Haber: Nora Tataryan
Fotoğraflar: Sahir Uğur Eren
Fabrika yıllar önce kapandı ve birkaç hafta önce de binayı yıktılar. Geçen yıl amcamı ziyarete geldiğimde ağaçları budamadıklarını fark etmiştim. Nedenini sorduğum zaman, Behçet Amca bana fabrika binasının görünmesini istemediklerini söylemişti. Yıkımı örtmek, tozu durdurmak içindi herhalde. Tuhaf bir binaydı. Sanki kaburgalarını görebiliyordunuz. Artık her şeyi yıkıyorlar. Belki bir otel yaparlar. Teyzemin oğlu orada evlendi, çok güzel bir düğündü.
Bu dizeler Ali Taptık’ın 15. İstanbul Bienali’ne özel olarak ürettiği Dostlar ve Yabancılar projesindeki karakterlerden biri olan İsmail’e ait. Farkı mesleklerden üç kurmaca karakterin hikâyelerine ve kent deneyimlerine şahit olduğumuz Dostlar ve Yabancılar, Galata Özel Rum İlköğretim Okulu’nda sergilenen fotoğraflarla projenin internet sitesinde sunulan hikâyelerin bir kombinasyonundan oluşuyor. Dostlar ve Yabancılar İstanbul’u üç farklı insanın gözünden bize anlatmakla kalmıyor, aynı zamanda kentin inşaatlaşma sonucu hızla değişmekte olan çehresinin kaydını da tutuyor.
İstanbul Bienali’nde Ali Taptık’ın işinin yanı sıra yıkım-inşa politikaları ve kent yaşantısını merkeze alan başka eserler de mevcut. Bu yapıtlar arasında konuya en doğrudan yaklaşanı İstanbul Modern’de sergilenen Alper Aydın’a ait D8M adlı çalışma. Bu enstalasyon için müzenin içine şehir içinde de görmeye alışık olduğumuz türden bir buldozer kepçesi yerleştirildi. Adını bu parçadan alan enstalasyonda sarı renkteki kepçe, İstanbul’un kuzeyinde yapılacak havaalanı için kesilen gerçek ağaçları sürüklerken gösteriliyor. Aydın, bu işiyle daha önce de eserlerinde konu edindiği insan eylemlerinin doğa üzerindeki etkisini sorunsallaştırmakla kalmıyor, güncel bir görsel yorgunluğa da işaret ediyor.
Cezayir doğumlu Lydia Ourahmane ise, adını Latince mülkiyet ilişkilerinin varolan dünyanın ötesinde de devam ettiğine işaret eden bir deyişten alan All the way up to the Heavens and down to the depths of Hell (Cennet’in en tepesinden Cehennem’in en dibine kadar) adlı enstalasyonunda özel mülkiyet, sanayileşme ve sömürgecilik gibi konuları ele alıyor.
Sanatçı, çevresinde bulunan ağır sanayi tesisleri ve zehirli gaz salınımı nedeniyle yaşanmaz hale gelmiş Arzew’den çok ucuza bir arsa satın aldı ve İstanbul Modern’de arsayla aynı büyüklükte olmak üzere 4 x 4 m büyüklüğünde sütunlarla çevrili bir platform kurdu. Üzerinde atıklara referansla kirli bir sıvı bulunan bu platform, Cezayir’de gayrimenkul piyasasının kuralsızlığı, çevre kirliliği ve insanın doğaya verebileceği zararın boyutlarını görsel olarak temsil etmekle kalmıyor, ara sıra platforma çıkan bir performans sanatçısının trompetiyle icra ettiği besteyle bu temsili işitsel olarak da destekliyor.
Haber: Nora Tataryan
Brezilyalı sanatçı Victor Leguy, bu seneki İstanbul Bienali’ne Structures for Invisible Borders (Görünmez Sınırlar için Yapılar) adlı çalışmasıyla katılıyor. İstanbul Modern’de sergilenen enstalasyon, yan yana asılan birtakım kişisel objeler ve bu objeleri aynı hizadan cetvelle çizilmiş gibi kesen beyaz boyadan ibaret gözükse de, işin kavramsal çerçevesi ve verdiği referanslar çok daha geniş. Sanat pratiğinde uzun süredir São Paulo bağlamında zorunlu göç ve yerinden edilme gibi meselelere alternatif bir tarih yazımı üzerinden yaklaşan Leguy, bu yerleştirme için Fener’de bulunan, hem kütüphane hem de kafe olarak hizmet veren The Pages adlı mekânı odağına almış. Sanatçı, Suriye başta olmak üzere çeşitli ülkelerden Türkiye’ye göç etmek zorunda kalan gençlerin sosyalleştiği bu kafede vakit geçirdikçe, onların hikâyelerini dinleme ve onlarla bir ilişki geliştirme fırsatı bulmuş. İstanbul Modern’de sergilenen objeler aslında Leguy’in, tanıştığı göçmenlerden takas sonucu edindiği eşyalar. Resmi tarih anlatısının bir eleştirisi olarak da okunabilecek bu kolektif işi sanatçı, şu sözlerle anlatıyor:
Öncelikli amacım, bu ufak hikâyelerin ortak uygulamalar yoluyla nasıl büyük hikâyeler oluşturabileceği ve aralarındaki bağlantı üzerine düşünmekti. Tarihi nasıl yeniden okuyabiliriz, kendi iç dünyamızı daha büyük bir pusula yardımıyla nasıl anlayabiliriz? Bu anlamda, tarihe dair farklı akışlar yaratmaya, tepki göstermeksizin, daha etkin bir yaklaşım ile eserimi işbirliğine açık hâle getirmeye çalıştım. Günümüzde dış dünyada olup biten o kadar fazla şey var ki, kişinin kendisi üzerine düşünmesi gittikçe zorlaştı. İşim, eşyaların ilkel değiş-tokuş prensibine dayanıyor. Bu sayede, böylesine basit bir bağlantı sonucunda, hakikaten birbirimizle konuşmaya başlayabiliyoruz. Projeye pek çok farklı kökenden kişi dâhil oldu: Kızılderililer, Güney Amerikalılar ve dünyanın farklı kısımlarından farklı insanlar. Bu uygulamayı benimsediğimiz durumların üzerine düşünmek ve sanat alanına, içinde farklı tarihî kayıtlar da barındıran bir tabaka da ben eklemek istemiş olduğumdan, işin simgesel bir katmanı da olduğunu düşünüyorum. Bence bu zemin, bu tür fikirlerin yeşermesi açısından oldukça verimli.
Bu proje, üç yıl önce Brezilya’daki göçmenlerin hikâyelerini anlatan bir ders kitabını yeniden yorumlama fikrinden yola çıkarak başladığım serinin bir parçası. Bu kitap üzerine çalışmak istemiş olmamın sebebi, çocukların göçü bu yolla öğrenmeleri. ‘Böyle bir deneyimi bir kişi diğerine nasıl anlatabilir/aktarabilir?’ sorusundan yola çıktım ve sonucunda, onlarla eşyalar değiş-tokuş ederek, kurgulamaya çabaladığım tarihin onların tarihi olduğunu anlatmaya çalıştım. Bienaldeki projemin mantığı da buna benziyor.
Objeleri kesen beyaz alanın neye işaret ettiğini ise Leguy şöyle anlatıyor:
Aynı yerin içinde, yani müzede, farklı anlatılar oluşturmaya çalıştım. Aklımdaki, değiş-tokuş edilen tüm nesnelerin üzerine bir çizgi çekmek ve ardından onları silmekti. Burada ufuk çizgisi simgesel bir öğe. Beyaz renk, silmek istediklerinizi silebilmemizi sağlar ama aynı zamanda aklınızdakileri yansıtabileceğiniz bir alan da yaratır. Her daim yeni bir iş tasarlamanıza imkân sağlayacak beyaz bir küp fikri de bir ilham kaynağı oldu. Sanki nesneler ortadan ikiye bölünmüş gibi bir izlenim veriyor ama yakından baktığınızda, aslında öyle olmadığını görüyorsunuz.
15. İstanbul Bienali kapsamında, Bernard van Leer Vakfı’nın katkılarıyla hazırlanan bir çocuk kitabı yayımlandı. Yazar Yekta Kopan ve çizer Gökçe Akgül tarafından hazırlanan, yayın yönetmenliğini Burcu Ural Kopan’ın yaptığı Opti ile Pesi: Komşuluk Şarkısı başlıklı kitap çarpıcı çizimleri, uygulamalı bölümleri ve zengin içeriğiyle çocuklara, iki martının peşinde İstanbul Bienali’ni gezdiriyor. Kitap, bienal mekânlarından ve anlaşmalı kitabevlerinden ücretsiz olarak temin edilebiliyor.
Opti ile Pesi: Komşuluk Şarkısı çocuklarda güncel sanata, 15. İstanbul Bienali’ne ve bu yılın bienal teması iyi bir komşu’ya dair merak uyandırmayı amaçlıyor.
Kitapta, İstanbul’da yaşayan Opti ile Pesi adlı iki martı, İstanbul Bienali’nde bir yolculuğa çıkıyor. Opti ile Pesi, bu yolculukta çocuklara İstanbul Bienali’nde yer alan yedi eseri tanıtıyor. İstanbul Bienali’nin bu yılki teması olan iyi bir komşu kavramı kitapta çeşitli oyunlar aracılığıyla incelenirken, kitabın sonunda yer alan sözlük aracılığıyla çocukların güncel sanata dair kelimeler ve kavramlarla tanışması da sağlanıyor.
Yekta Kopan’ın yazarlığını, Gökçe Akgül’ün çizimlerini ve Ecehan Toprak’ın grafik tasarımı yaptığı Opti ile Pesi: Komşuluk Şarkısı kitabının yayın yönetmenliğini Burcu Ural Kopan üstlendi. Hazırlık aşamasında Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji Bölümü akademisyenlerinden Doç. Dr. Feyza Çorapçı’dan akademik danışmanlık desteği alınan kitap, merak uyandırıcı hikâyesi, eğlenceli çizimleri ve renkli tasarımıyla okuma ve izleme sürecini keyifli bir oyuna dönüştürüyor.
Opti ve Pesi: Komşuluk Şarkısı, tüm bienal mekânlarından ve anlaşmalı kitabevlerinden, ücretsiz olarak temin edilebiliyor.
Sanatçı Burak Kabadayı, iyi bir komşu başlıklı 15. İstanbul Bienali ve Güzel bir dünya, neredesin? başlıklı Liverpool Bienali arasındaki eğitim-değişim programı kapsamında, Protocinema işbirliğinde, Baştan Başlamak isimli bir proje gerçekleştiriyor.
15. İstanbul Bienali ve Liverpool Bienali’nin kavramsal çerçevelerinden yola çıkan Baştan Başlamak, İstanbul’un 6 farklı mahallesinde, 4-14 yaş arası 48 çocukla birlikte gerçekleştirildi. Ses, video ve ağ haritasından oluşan proje, iyi bir komşu ile Güzel dünya, neredesin? başlıklarının ana kavramlarıyla ilişki kuran bir yapı oluşturuyor.
Projede, çocuklardan sevdikleri şarkıları ve bu şarkıların içinde en sevdikleri kısımları söylemeleri istendi ve süreç kayıt altına alındı. Kaydedilen sesler/cümleler bir araya getirildi ve bütünlük oluşturabilmeleri için altyapıyla desteklenerek bir parça dönüştürüldü. Ses ile senkronize akan video, cümlelerin her birini görünür kılacak şekilde kurgulandı. Bunun yanında projenin sürecini ve kavramsal motivasyonunu ortaya koyan mekânlar, çocuklar, şarkılar, cümleler ve bunların birbiriyle olan ilişkisini gösteren bir ağ haritası Graph Commons kullanarak oluşturuldu.
Çocukların şarkı tercihleri, belirli kültürel içeriklere ilgi gösterme biçiminde ortaya çıkan kişilik özelliklerine ve aynı zamanda yaş, aile, çevresel ilişkiler, bölgesel köken, oturulan yer gibi pek çok etkene de bağlıdır. Toplumsal/kültürel etkileşim altında ilişki ve fikirlere işaret eden tercihler belli bir uzamı, belli bir ortamı, belli bir aidiyeti inşa eder.
Baştan Başlamak, bu ortam ve aidiyetleri, bireysel ve mekânsal anlamda yakınlık-uzaklık, benzerlik-farklılık kavramları üzerinden ele alarak yeniden düşünmeye zemin hazırlıyor.
Sanatçı Burak Kabadayı, 1989 Kırşehir doğumlu. Yaşam ve çalışmalarını genellikle İstanbul’da sürdürüyor, bir yandan da Marmara Üniversitesi’nde yüksek lisansına devam ediyor. Alt Sanat Mekânı, DEPO, Mixer, Pasaj-ist gibi çeşitli sanat mekânlarında sergilere katıldı.
Proje içindeki ses çalışması altyapı ve düzenlemesini Ali Uygur Erol’ın yaptığı projenin çekimleri Tarlabaşı’nda Pasaj ve Yeldeğirmeni’nde TAK’ta gerçekleştirildi.
Kayıt derlemesi, Açık Radyo’da 1 Kasım günü saat 18.00’de yayınlanacak. Radyo yayınını buraya tıklayarak dinlemeye başlayabilirsiniz.
Ağ haritasını buradan görüntüleyebilirsiniz.
Tüm çalışmalar 2017 yılının sonunda Liverpool Bienali’nin internet sitesi ve sosyal medya platformları üzerinden erişilebilir olacak.
Liverpool Bienali hakkında daha fazla bilgi için buraya tıklayın.
Protocinema hakkında daha fazla bilgi için buraya tıklayın.
Yasemin Özcan Flâneuses sergisi için izleyiciyi farklı tarihler, coğrafyalar ve karakterler üzerinden kadının kamusal alandaki varlığı üzerine düşünmeye davet eden öykülerden oluşan Limonata Gibi Hava başlıklı sanatçı kitabını üretti. Sanatçının gücünü bu kitaptan alan Flanöz’ün Kalbi başlıklı sunum-performansı, İstiklal Caddesi ve Marais hafızasına göz kırparak, limonata gibi havalarda salınmaya devam eden flanözlerin kalp atışlarını seyirciyle paylaşıyor.
Yasemin Özcan’ın Türkçe, İngilizce ve Fransızca olmak üzere üç dilli olarak yayımlanan kitabı Limonata Gibi Hava’yı buraya tıklayarak PDF formatında görüntüleyebilmek mümkün.
Flanöz’ün Kalbi
Sunum-performans
Yasemin Özcan
3 Kasım Cuma, 19.00
İngilizce ve Fransızca üstyazı mevcuttur.
Etkinliğe katılacak konukların buradaki formu doldurarak kayıt işlemlerini tamamlamaları önemle rica olunur. Fransa Başkonsolosluğu’nun uygulamaları uyarınca konukların girişte fotoğraflı kimlik belgelerini göstermeleri gerekmektedir.
Koordinasyonunu İKSV’nin üstlendiği Paris Cité des Arts’daki Türkiye Atölyesi’nde farklı zamanlarda çalışan beş kadın sanatçının işlerinden oluşan Aylaklar sergisinde Aslı Çavuşoğlu, İnci Furni, Güneş Terkol, Yasemin Özcan ile İz Öztat & Zişan’ın “aylaklık”tan yola çıkarak yarattığı işleri yer alıyor. Sergiyle ilgili ayrıntılı bilgi için buraya tıklayın.
Nora Tataryan
Michael Elmgreen ve Ingar Dragset 15. İstanbul Bienali’nin basın toplantısında “Sanatçıları seçerken kadın-erkek eşitliğini gözettiniz mi?” sorusuna yanıt olarak sanatçılardaki cinsiyet dengesine dikkat ettiklerini ancak daha da önemlisi bienali feminist bir yaklaşımla kurgulamaya özen gösterdiklerini söylemişlerdi. Günümüzde gerek karma gerekse solo sergilerdeki kadın sanatçıların erkek sanatçılara sayıca oranına baktığımızda, kadınlara yeteri kadar alan verilmediği gerçeği tüm sertliğiyle yüzümüze çarpıyor.1 2 Böylesi eşitsiz bir durumda arzu edilebilecek ilk değişiklik şüphesiz kadınlara daha fazla mecra tanınması.
Bu seneki İstanbul Bienali, 55 sanatçısından 23’ünün kadın olduğu düşünüldüğünde, bu sınavdan geçiyor ancak meseleyi rakamlar ve ikili cinsiyet sistemi üzerinden tartıştığımızda bir kaç önemli soruyu istatistiklere feda etmiş oluyoruz: Rakam olarak kadınların çokluğu bir sergiyi feminist yapmaya yeter mi? Kadın sanatçılar eril bir dil kullanmaktan tamamen azade midir? Kendini kadın olarak tanımlayan ancak cis-gender (natrans) olmayan sanatçılar bu istatistikler içinde nereye denk düşmektedir?
Tüm bu soruları akılda tutarak Pera Müzesi’nin dördüncü katına çıktığımızda mekânın Vajiko Chackhiani dışında tamamen kadın sanatçılara ayrıldığını görüyoruz. Louise Bourgeois’dan Aude Pariset’e, Andra Ursuta’dan Liliana Maresca’ya kadın enerjisiyle dolup taşan bu kat, küratörlerin bahsettiği feminist yaklaşımın kristalleştiği bir alan. Kattaki çoğu iş kadın sanatçıların kişisel deneyimlerinden yola çıkıyor ve özel alan (private space) kavramı üzerine odaklanıyor. Bu seçim, bir kavramsal sıkışmışlıktan ziyade, ikinci dalga feminizmin düsturu hâline gelmiş özel olanın politik olduğu gerçeğinden hareket ederek patriarkanın menşeini mahremimizden başlayarak tartışmamız gerektiğine işaret ediyor.
Louise Bourgeois, Ev Kadını, 1984 (1990)
Louise Bourgeois’nın Femme Maison (Ev Kadını) adlı eseri3, bu seçiminin en belirgin örneklerinden bir tanesi. Resimde, gövdesinin üzerinde başı yerine bir ev taşıyan çıplak bir kadın figürü görüyoruz. İç mekân-dış mekân, özel ve toplumsal alanların arasındaki gerilimin resmedildiği bu ikonik iş, hem kadın emeğinin ev içinde görünmez hâle gelmesine hem de buradan çıkacak potansiyel bir örgütlenme ihtimaline vurgu yapıyor. Bourgeois’nın hemen karşısında, Monica Bonvicini’nin Hausfrau Swinging (Sallanan Ev Kadını) isimli eseriyle karşılaşıyoruz. Bourgeois’nın resmine doğrudan referans veren 1997 yapımı bu video enstalasyonda; başına beyaz bir ev maketi geçirmiş bir kadını, kafasını beyaz duvarlara vururken izliyoruz. Videonun döndüğü televizyonun hemen arkasındaysa görüntüdeki kadının başını vurduğu yüzeye benzer köşeli bir perde bulunuyor. Zapturapt altına alınmış kadın bedeni ve öfkenin tasvir edildiği Sallanan Ev Kadını, huzurlu ve sevimli bir ev fikrinden ziyade kısıtlayıcı ve kurtulunası bir mahreme işaret ediyor.
Monica Bonvicini, Sallanan Ev Kadını, 1997
Fotoğraf: Sahir Uğur Eren
Berlinde de Bruyckere ise Spreken (Konuşmak) adlı heykelinde ev kavramının sınırlarını iyice daraltarak iki kişinin üzerlerine aldığı bir battaniyeyi özel ve kamusal arasındaki çizgi olarak yeniden yorumluyor. Üzerlerini kaplayan kumaşın altından birbirleriyle konuşmakta olan iki insan figürü, daralmakta olan bir mahremde, iletişim, gizlenme ve yakınlık gibi kavramları düşünmemize vesile oluyor.
Berlinde De Bruyckere, Konuşmak, 1999
Fotoğraf: Sahir Uğur Eren
Ana mekânın hemen sağındaki oda tamamen Gözde İlkin’e ayrılmış. Sanatçı, çoğumuza tanıdık gelen desenleri tuval olarak kullanıp onların üzerine kendi aile fotoğraflarından esinlendiği kompozisyonları işlemiş. İlkin’in Devrik Ev, Bitişik Nizam ve Gönül Bağları, Yetersiz Derz Boşluğu gibi isimler verdiği eserler; çocukken sıkılarak hayallere daldığımız perde ve nevresim desenlerini kolektif hafızanın taşıyıcısı hâline getirmenin yanında özel alanın düşsel gerçekliğini de vurguluyor.
Gözde İlkin, Gezek (Kabul Günü), Lütfen Dans Pistini Boşaltın! serisinden, 2009
Fotoğraf: Sahir Uğur Eren
Feminist sanat ya da feminist yaklaşımla kurgulanmış bir bienalin nelerden meydana geldiği sorusunu yeniden düşündüğümüzde; bu konuda oluşturulacak yeni bir dilin imkânlarından bahsedebilir hâle geliyoruz. Tam da bu nedenle Elmgreen ve Dragset’in bienali feminist bir yaklaşımla kurguladıklarını iddia etmeleri –başarılı olup olmamalarından bağımsız– açtığı bu tartışma zemini bakımından oldukça kıymetli.
Pera Müzesi’ndeki eserler 12 Kasım’a kadar ziyaret edilebilir.
1 Arzu Yayıntaş 19 Ekim’de Aksanat’ta gerçekleştiridiği “Feminist Bir Bienal Mümkün mü?” başlıklı konuşmasında bu konuda yaptığı etraflı araştırmayı izleyicilerle paylaşmıştı.
2 Geçtiğimiz yaz Gaia Galeri’de ziyarete açılan Avrupa’da Durum Daha mı Vahim? adlı sergide Guerilla Girls, Avrupa’daki istatistiklerin de hiç iç açıcı olmadığını göstermişti.
3 15. İstanbul Bienali’nde sergilenen eser, Bourgeois’nın Femme Maison adlı serisinin parçasıdır.
Röportaj: Nora Tataryan
Mao Zedong tarafından Sovyet hava saldırılarından korunmak amacıyla yaptırılan yeraltı barınakları günümüzde Pekin’de hizmet sektöründe çalışan göçmenlere konut olmuş durumda. Bugün şehrin 1 milyondan fazlası, kelimenin gerçek anlamıyla yerin altında bulunan bu penceresiz odalarda hayatını sürdürüyor. 15. İstanbul Bienali’ne Sıçan Kabilesi (Rat Tribe) adlı fotoğraf serisiyle katılan Sim Chi Yin ise 2010’dan itibaren beş sene boyunca üzerinde çalıştığı bu projede, yeraltındaki bu yaşamı portreler üzerinden belgeliyor. Daha ziyade bir antropolog gibi çalışan sanatçının üretimine baktığımızda yardıma muhtaç bir göçmen temsilinden ziyade, fotoğrafçının başkahramanıyla kurduğu asimetrik bir ilişkiye şahit oluyoruz. Sim Chi Yin’le Sıçan Kabilesi ve fotoğraf pratiği üzerine konuştuk.
Bienale nasıl dahil olduğunuzdan bahseder misiniz?
Geçtiğimiz sene Ingar ve Michael’ın stüdyosundan, Sıçan Kabilesi adlı projemi bienale dahil etmek istediklerini belirten bir e-posta aldım. İşimle nasıl karşılaştılar bilmiyorum, dolayısıyla benim için çok hoş bir sürpriz oldu. Ben Sıçan Kabilesi’nin araştırma ve belgeleme evresini 2010-2015 yılları arasında tamamlamıştım. Telefonu aldığımda çalışma zaten pek çok ülkede dergilerde, web sitelerinde yayımlanmış, New York ve Seul gibi şehirlerde sergilenmişti.
Sıçan Kabilesi fotoğraf projesi, Çin’de düşük maaşla çalışan göçmen işçilerin, şehrin hava saldırılarına karşı inşa edilmiş olan eski sığınaklarında geçen yaşamlarını konu alıyor. Göçmenleri mahrem alanlarında yansıtmış olduğunuz fotoğraflarınızdan, çalışmanın etnografik bir yanı da olduğunu tahmin ediyorum. Bize bu süreçten ve projeden biraz bahseder misiniz?
Doğru; genelde bir etnograf ya da antropolog gibi çalışıyorum – fotoğraf makinesiyle. London School of Economics’de tarih okudum, sonra da on beş sene gazetecilikle uğraştım. Tüm bu yeteneklerimi ve geçmişimi şu an yaptığım iş olan belgesel sanatçılığına aktardım. Göç ve iş gücü konularına uzun zamandır ilgi duyuyorum. Kariyerimin başlarında, Singapur’da emek haberciliği yaptım. 2011’de, Uluslararası Çalışma Örgütü (International Labour Organisation) tarafından yayımlanan, köylerini geride bırakıp deniz aşırı ülkelere ev işçisi olarak giden Endonezyalı kadınları konu alan bir kitap yazdım. 2007’de Çin’e taşındığımda, yeniden göç ve göçmen işçiler konusuna ağırlık vermek istedim.
2010 yılında serbest çalışmaya başlayıp görsel hikâye anlatıcılığına tam zamanlı eğildiğimde, yine Çin’deki göçmen işçileri anlatan Sıçan Kabilesi, gerçekleştirdiğim ilk projelerden biri oldu. Bodrum kat odalarından bahsedildiğini birkaç yıl öncesinde duymuştum. 2010 yılında, Pekin’in yerel gazetelerinden biri, bu bodrum kat odalarında yaşayan göçmenlere ‘sıçan kabilesi’, Çince ‘shu zu’ adını koydu. Bunun haksız bir yaftalama olduğunu düşündüm ve Pekin’in gökdelenlerinin altındaki evrende yaşayan bu topluluğu belgelemeye karar verdim. Mümkün olduğunca fazla göçmenle arkadaşlık kurdum ve bodrum katı evlerine kendimi davet ettirdim. Ayrıca, bu evlerin kapılarını rastgele çalarak onlara fotoğrafçı olduğumu ve ne kadar sıradan bir hayat sürdüklerini, üst katta yaşayan daha varlıklı komşularından hiç de farklı görünmediklerini gösterebilmek için fotoğraflarını çekmek istediğimi anlattım. Kapılarından içeri hâllerine acıyarak girdim; ne gün ışığı görüyorlar ne de temiz hava alıyorlardı. Ama fotoğraflarını çektikçe, daha iyi bir gelecek uğruna kısa süreliğine fedakârlık etme konusundaki azimleri ve cesur, gayretli tavırları bana ilham verdi.
Bildiğim kadarıyla, bu projenin bir parçası mahiyetinde bir film de var. Daha geniş sanat pratiğinizden biraz bahseder misiniz?
Her bir hikâyeyi anlatmanın, her bir projeyi gerçekleştirmenin en iyi yöntemini keşfetmeyi sevdiğimden, gittikçe daha çok-disiplinli bir hâle geldim. Benim esas aracım fotoğraf ama takip eden projelerde film ve sesle de uğraşıyorum, metinler yazıyorum ve arşiv malzemeleri ile çalışıyorum. Ayrıca, şu an bir sanal gerçeklik eseri denemesi yapıyorum. Sıçan Kabilesi, fotoğraflardan, filmden ve metinden oluşuyor. Dolayısıyla, evet, filme çekilmiş olan ufak bir bölümü de var.
Türkiye’de de Pekin’deki ve tüm dünyadaki göçmelerin karşı karşıya olduğu sorunların benzerlerini yaşayan çok sayıda göçmenin bulunduğu böyle bir dönemde işinizi bu şehirde sergiliyor olmak sizin için ne ifade ediyor?
Umarım, benim işimin bienal kapsamında sergilendiği alanda bulunan diğer eserleri de görenler hepsini bir bütün olarak değerlendirir. Umarım, sergilenen işler herkese kendi toplumundan çağrışımlar yapar ve yapmıştır, Türkiye dahil. Göç konusu uzun zamandır hayatımızda ama ulus devlet ve yapısı, bu konunun günümüzde çok önemli bir mesele hâline gelmesine neden oldu. Sıçan Kabilesi, bize, aramızda farkında olmadığımız, görünmez kıldığımız insanlar olduğunu hatırlatabilir ve onları bir kez olsun oldukları gibi görebilsek, aradaki mesafenin aslında ne kadar az olduğunu anlamamıza yardımcı olabilir.
Nora Tataryan
Almanca “ev olmayan”, ya da “gizli saklı olmayan” anlamlarına denk gelen Das Unheimliche (tekinsiz) kelimesi, Freud tarafından, bize yakın gelen ama bir taraftan o kadar da tanıdık olmayan şeyleri ve durumları tarif etmek için kullanılır. Yakınlık hissiyle bir arada duran bu kavram, mutlak bir uzaklığı veya yabancılık durumunu işaret etmek yerine bildik olanın ürperticiliğine ve esrarengizliğine işaret eder. Başka bir deyişle; bir şeyin tekinsizliği ondan duyduğumuz korkudan veya onu daha önce hiç görmemiş olmamızdan gelmez. Aksine, bize ait olan o şey, daha önce bilmediğimiz bir vehçesini bize gösterdiği için ürperticidir.
Bu sene iyi bir komşu başlığı etrafında düzenlenen İstanbul Bienali’ndeki işlerin bir çoğu da ev ve yakınlık kavramlarını, böylesi bir tekinsizlik fikrini merkeze alarak yapı bozumuna uğratıyor. Volkan Aslan’ın Evim Evim Güzel Evim adlı video çalışmasından, Gözde İlkin’in hepimizin çocukluğunda bakıp hayal kurduğu perde desenine, Young Jun Tak’ın ters yüz edilmiş stüdyosundan Mahmood Khaled’in Ağlayan Adam için tasarladığı müzesine kadar ev mahreminin her zaman güvenli ve sıcak değil bir o kadar da esrarengiz olabileceğine tanık oluyoruz. Günümüzün küreselleşen dünyasında ve özelde Türkiye’deki politik atmosfer nedeniyle ev kavramı git gide çözülürken, bienaldeki işlerin bir çoğu komşuluk fikrine içeriden yaklaşarak en zati huzursuzluklarımıza birer isim vermiş oluyor.
Volkan Aslan, Evim Evim Güzel Evim, 2017
Fotoğraf: Sahir Uğur Eren
Leander Schönweger’in Galata Özel Rum İlköğretim Okulu’nun terasına inşa ettiği labirent şeklindeki konstrüksüyon bu çözülmenin en belirgin örneklerinden biri. Sanatçının bizi rüyamsı bir tecrübeye davet ettiği bu işte, birbirini takip eden beyaz odalar, değişen boyutlarıyla gönüllü girdiğimiz bu oyunu rahatsız edici bir deneyime dönüştürüyor. Duvarlardan gelen seslerle gezintimiz tekinsizleşirken rotanın kontrolünü kaybedip bu mimari düzenlemenin duygusal karşılıklarını deneyimliyoruz.
Leander Schönweger, Ailemiz Kaybetti/Kayboldu, 2017
Fotoğraf: Sahir Uğur Eren
Okulun giriş katındaki, Pedro Goméz-Egaña’nın metal konstrüksüyonlar üzerine yerleştirilmiş görkemli ev tasviriyse benzer bir çözülmeyi parçalanabilirlik ve dağılma üzerinden anlatıyor. Sanatçının Domain of Things (Türkçe adıyla Yeraltı) ismini verdiği enstalasyon ve performans sayesinde, özgün ev içi mekânlarının makinemsi hareketliliğine ve değişip dönüşebilirliğine şahit oluyoruz. Ev yüzeyde gördüğümüz eşyaların toplamı olmaktan çıkıp performas sanatçıları sayesinde otonom bir haz mekânına dönüşüyor.
Pedro Goméz-Egaña, Eşyaların Etki Alanı, 2017
Fotoğraf: Sahir Uğur Eren
Yoğunluk Sanat Kolektifi’nin daha önce konut olarak kullanılan Asmalımescit’deki atölye mekânlarını bir enstalasyona dönüştürdükleri The House (Ev) adlı çalışmalarıysa, söz konusu tekinsizlik hissinin cisimleştiği işlerden bir diğeri. Deneyim, zifiri karanlık bir odaya girmemizle başlıyor. Mekâna yerleştirilmiş yapışkan dokulu mobilyalar ve çeşitli nesneler, ışık ve ses müdahaleleriyle bir kaç saniyeliğine bize görünür oluyorlar. Odaya dair bütünlüklü bir tecrübeye sahip olmamızı zorlaştıran bu eser sayesinde mekânın bize verdiği hisle baş başa kalıyoruz.
Bienalde ev kavramıyla uğraşan diğer bir sanatçı ise Kaari Upson. Eski çalışması The Larry Project’in (Larry Projesi) devamı niteliğinde kurguladığı seride sanatçı, bir evde görmeye alışık olduğumuz nesneleri bağlamlarından çıkartıp onların kendi hafızalarını ifade etmesine olanak verecek şekilde yeniden düzenliyor. Ne fantezi dünyamıza ne de gerçek dünyaya ait olan bu nesnelerin arada kalmışlığıyla adeta belleğimizin nasıl çalıştığını görsel olarak deneyimleme fırsatı buluyoruz.
Berlinde De Bruyckere ise Spreken (Konuşmak) adlı heykelinde ev kavramının sınırlarını iyice basitleştirerek iki kişinin üzerlerine aldığı bir battaniyeyi özel ve kamusal arasındaki çizgi olarak yeniden yorumluyor. Üzerlerini kaplayan kumaşın altından birbirleriyle konuşmakta olan iki insan figürü, birbirini anlamak, gizlenme ve yakınlık gibi kavramları düşünmemize vesile oluyor.
Berlinde De Bruyckere, Konuşmak, 1999
Fotoğraf: Sahir Uğur Eren
15. İstanbul Bienali ve içinde barındırdığı evler 12 Kasım’a kadar ziyaret edilebiliyor.
Haber ve fotoğraf: Nora Tataryan
Young-Jun Tak, 15. İstanbul Bienali için Seul’de bir dönem yaşadığı evin bir replikasını İstanbul Modern’in tavanından asarak Objelerin Sessizliği ve Belagatı (The Silence and Eloquence of Objects) adlı eserini yarattı. Sanatçının Güney Kore’de yaşadığı tek göz odayı dolduran eşyaların çoğu, Seul’den özel olarak getirildi ve beyaza boyanarak müzenin tavanına yerleştirildi. İşlerinde politik ve sosyal olaylara kişisel deneyimlerinden yola çıkarak bir eleştiri getiren Young-Jun Tak, bu çalışmasında içine doğduğu küresel ekonomik krize ve “ev” kavramının akışkanlığına işaret ediyor. Young Jun Tak’la işi ve genel sanat pratiği üzerine konuştuk.
Bienale nasıl dâhil olduğunuzu ve projenizin gelişim sürecini anlatabilir misiniz?
Berlin’de, König Galeri’de, küratörlüğünü yine Elmgreen ve Dragset’in üstlendiği The Others (Ötekiler) isimli bir toplu sergiye katılmıştım. Sonrasında onlar tarafından bienale davet edildim.
Güney Kore’de yaşadığım yerleri hiç bir zaman tam olarak sevememiştim. Özellikle de başkent Seul’de kendim için kiraladığım derme çatma ve küçücük daireler, aslında birer kıyafet-kitap depolama alanı, ayaküzeri kahvaltı büfesi ve uyuma alanından fazlası değillerdi. Ama bir şekilde, kötü konut koşulları beni o bölgelerin dışına daha çok çıkmaya, başka çevreleri deneyimlemeye itti. Sanat galerilerine giderek, açılışlara katılarak edindiğim deneyimler, şimdiki beni oluşturdu. Yakın zamanda tüm yaşamımı Berlin’de yeniden kurduğum için de o küçük dairelerden birini, Seul’deki eski dairelerime duyduğum hoşnutsuzluğu temsilen, bir sanat eserine dönüştürmeye karar verdim.
Objelerin Sessizliği ve Belagatı, Güney Kore’deki dairenizden ilham almış bir enstalasyon. Ev yaşamı, özel bir alanda sıkışıp kalma, hareket kabiliyeti gibi konuları işliyor. İşinizden, ardında yatan histen ve bienalin başlığı olan iyi bir komşu ile nasıl bir ilişki içinde olduğundan biraz bahsedebilir misiniz?
Bu yeni proje, Seul’de oturduğum yirmi dört metrekarelik ikinci dairenin eksiksiz bir kopyası. Mobilyanın ve eşyaların çoğu bana ait. Enstalasyonun boyutları ve eşyaların düzenlemesi de dairenin aslına göre ölçeklendi. Tek istisna daireye ait olan demirbaşlar; onların yerine de, benim kullanmış olduklarıma en çok benzeyen eşyaları bulup yerleştirdim. Bir sanat eseri için çok büyük belki ama bir yaşam alanı olarak pek geniş sayılmaz. Yaşam masraflarının ve kiraların, gelirin düşüklüğüne oranla tavan yapmış olduğu Seul’de çok sayıda genç, ‘tek oda’ denilen bu küçücük, oda benzeri dairelerde yaşıyor. Yatak odası, mutfak, oturma odası arasında herhangi bir ayrım yok; hatta ev sahipleri bazen araya acayip bir duvar ekleyerek bu tek büyük odayı ikiye bölüyor. Şansınız yaver gitmezse, ev sahibiniz şehrin maruz kaldığı bitmek bilmeyen ‘soylulaştırma’ politikalarına bağlı olarak sözleşmenizin uzadığı her sene kirayı artırabiliyor. Ben oturduğum dairelere karşı iyi hisler beslemiyordum, evin dizaynıyla ya da sıcak bir atmosfere sahip oluşuyla da ilgilenmiyordum. Bunun sonucunda, oturduğum bölge ucuz, taşıması kolay mobilyalar satan dükkânlarla doldu. Yalnızca Seul değil, dünyada nüfus yoğunluğu fazla olan pek çok şehirde insanlar, özellikle de genç kesim, benzer konut sorunları yaşıyor. Benim neslim, yirmili yaşlarına küresel ekonomik krizle başladı, içinde bulundukları dönemin ve geleceklerinin belirsizliği sebebiyle depresyon, hayal kırıklığı gibi durumların ağırlığıyla ezildi. Şimdi ise, üzerinde anlaştığımız ve önem verdiğimiz değerler, dünyanın pek çok bölgesindeki bitmek bilmez politik çalkantılar nedeniyle zarar görüyor. Benim neslim, bırakın ilerlemeyi, istikrara bile minnet duyar hâlde. Tabii, bizden önceki nesillerin aksine, bizim için ev sahibi olmak erişilmesi mümkün olmayan bir hedef.
Belki de bu yüzden tek oda tavandan baş aşağı sarkıyor; tıpkı gerçekliğimiz ve içinde bulunduğumuz koşullar gibi. Benim hayatım artık oraya esir değil. O dairede yaşadığım iki sene boyunca bile, kendimi oranın hiçbir yönüyle özdeşleştirmedim. Bunun yerine, sonrasında ne yapacağım üzerine düşündüm. Bazı insanlar için ‘ev’ kavramı kurulu ve sabit bir düzen anlamına gelebilir ama benim bu zamana kadar bu kavramla ilgili edindiğim tecrübeler daha çok akışkanlığa dair. Ayrıca, cinsel anlamda muhafazakâr bir ortamda yaşamış homoseksüel bir genç erkek olarak, daha geniş homoseksüel çevrelere dâhil olabilmek adına, büyük bir şehirde deneyimleyeceğim bir kent hayatını tercih ettim. Esneklik ve uyum sağlayabilme, yaşam biçimimde öncelik kazandı.
İşimde yer alan tüm objelerin yüzeyi beyaz akrilik macunla biçimlendirilip beyaz akrilikle boyandı. Beyaz bir küp şeklindeki İstanbul Modern’in içine yerleştirilmiş olan işimin tüm yüzeyini beyaza boyayınca, biçimi tamamen ortadan kaldırmışım gibi oldu. Fakat işin tümünde gördüğünüz resimsi yapı sayesinde çok anlamlı bir dış yüzey meydana çıktı ve her fırça darbesiyle hem hayat buldu hem de vurgulandı; evlerin kişiliklerimizi nasıl etkilediği konusuyla uyumlu oldu. Çirkin evinizden nefret etseniz de etmeseniz de, o çirkin evde karakterinizi yansıtan en ufak bir delil bırakmaktan kaçınsanız da kaçınmasanız da, orada bulunuşunuz doğrudan veya dolaylı olarak sizde bir iz bırakıyor, tam tersi de aynı şekilde geçerli. Ve tabii ki, bekâr bir genç erkeğin dairesini kremamsı bir macun ve akışkan, beyaz bir boyayla kaplamak cinsel bir çağrışım da uyandırıyor. Aynı zamanda, beyaz, görenlerin eve ve bu eserin içinde yaşamaya dair kendi anılarını, düşüncelerini, hislerini ve hayallerini zihinlerinde canlandırabilmelerini kolaylaştıran bir renk. Tıpkı boş bir beyaz tuval veya bilgisayar ekranınızdaki Word dosyası gibi.
Manidar bir biçimde, benim hep aşağıladığım bu yer şimdi insanların kafalarını yukarı kaldırarak baktığı bir şey hâline geldi. Benim o sıkışık alandaki yaşam koşullarım ve konut şartlarım oldukça manâsız ve kötü olsa da, sırf yüzey beyaz macun ve boyayla kaplı diye insanların ‘güzel’ bir sanat eseri olarak tanımlamasını da yadırgıyorum. Orada yaşadığım sırada kimseyi evime davet etmek istemezdim ama artık rahatça ‘Evime hoş geldiniz!’ diyebilirim.
Bu enstalasyon genel sanat pratiğiniz içinde nereye oturuyor?
Çalışmalarım, zıtlıkları karşılaştırır ve uyuşmazlıkları keşfetmeye çalışır. Tarih, sanat tarihi, siyaset, ideolojiler, dini veya toplumsal konularla ilgili olabilir. Örneğin, Kurtuluş (2016), Koreli Protestanlardan oluşan bir grubun LGBT haklarının genişletilmesine karşı çıkmak ve engel olmak amacıyla hazırlayıp dağıttıkları siyah-beyaz el ilanlarıyla kaplı, dua eden gerçek boyutlu bir Meryem Ana heykeli. Objelerin Sessizliği ve Belagatı’nda ise, daha çok sanat tarihiyle ilgili öğelerle oynadım. Uzaktan bakıldığında, işlerimde minimalist biçimler görmek mümkün. Ama yaklaştıkça, izlenimciliğe dayanan resimsel yönlerini keşfedeceksiniz. Yine aynı şekilde, esere uzaktan bakınca belki kareler ve ızgaralardan ötürü soyut bir heykel gibi yorumlayabilirsiniz, ama yakından baktığınızda evlerimizde bulunan pek çok hazır eşyadan oluşan bir iş olduğunu fark edeceksiniz. Buna ek olarak, işi ister enstalasyon, ister heykel hatta isterseniz resim olarak tanımlayın, benim açımdan sorun değil.
Sanat üretmeye gelince; kolajlar, üst üste binen boya katmanları ve kil gibi zaman alan, sabır isteyen, ilerlemeye müsaade eden süreçler hoşuma gidiyor. Bienal için ürettiğim bu yeni projede, aralıksız fırça darbeleri oldukça belirgin. Bu tür çalışma yöntemleri hız düşkünü toplumumuzda pek makbul bulunmuyor. Ben de özellikle Seul’deki o dairede yaşarken, kendime böyle işler yapmak için izin vermezdim. Ayrıca, tekrarlanan eylemlerle amacım, ortaya çıkan şeyi kopyalamak değil. Macunun katmanlarındaki her bir hat, kıvrım, tümsek ve yumru birbirinden farklı. Sonuçta hepsi sizin nasıl algıladığınıza bağlı.
İstanbul hakkında ne düşünüyorsunuz? İşinizi böyle bir dönemde bu şehirde sergilemek sizin için ne ifade ediyor?
“Komşu” kavramı sizinle ve benimle, nerede yaşadığımızla ilgilidir. Komşular üzerine ya da iyi bir komşu üzerine düşünmeye benim nerede ve nasıl yaşadığımla başlayabiliriz. Benim buradaki çalışmam, zamanında bana ait olan çok spesifik bir yerin kopyası olsa bile, umuyorum ki görenler, eser sayesinde kendi konut sorunlarına dair hikâyelerini de işin içine katarak bienalin teması üzerine daha derin düşünürler.
Bu benim İstanbul’a ikinci gelişim. Bu şehir çocukluğumdan beri hayallerimi süsler. Aya Sofya’nın, Sultanahmet Camisi’nin ve Topkapı Sarayı’nın etrafında dolaşmak, yeniden düzenlenmiş olan Karaköy’ü ve şehrin Anadolu yakasını keşfetmek beni büyülüyor. Ama bu kez, kendimi ziyaret ediyor gibi değil de daha ziyade burada yaşıyor gibi hissediyorum. Tabii hayalleriniz günlük gerçekliğiniz hâline geldiğinde, bazen acımasız ve zorlu olabiliyor.
Haber ve fotoğraf: Nora Tataryan
Erkan Özgen’in İstanbul Bienali kapsamında Galata Özel Rum İlköğretim Okulu’nda gösterilen video çalışması Harikalar Diyarı (Wonderland) Ocak 2015’te Kobane’nin İŞİD tarafından kuşatılması sonucu bölgeden kaçmak zorunda kalan Muhammed’in hikâyesine odaklanıyor. Dört dakikalık video boyunca işitme ve konuşma engelli Muhammed’in, şahit olduğu savaşı bedenini kullanarak tasvir edişini izliyoruz. Harikalar Diyarı, izlemesi zor ve muhatabını sorumluluğa çağıran bir video. Özgen, bu çalışmasıyla şiddet pornografisine düşmeden bölgedeki katliamı en çarpıcı şekilde anlatırken aynı zamanda böylesi bir temsilin koşullarını ve sınırlarını da bize sorgulatıyor. Bu anlamda bölgede yaşananları Batı’ya tercüme etme kaygısı taşımadan izleyicisiyle dilin ötesinde bir yerde buluşan Harikalar Diyarı, savaş ve zorunlu göç üzerine düşünmemize vesile olmakla kalmıyor, bu coğrafyada yaşanan katliamları bir kez daha yüzümüze vuruyor. Çok da konforlu olmayan bu karşılaşmanın ardından savaşı anladığımızı varsayıp vicdanımızı rahatlatamıyor; aksine bize musallat olan bu hisle baş başa kalıyoruz. Erkan Özgen Harikalar Diyarı’na evrilen süreci şu sözlerle anlatıyor:
Muhammed’le bu şartlar altında tanışmamış olmayı dilerdim. Bölgede bir altüst oluş yaşanıyordu ve bu seferki, diğerlerinden çok daha uzun ve çok daha barbarca olacağa benziyordu. Irak-Şam İslâm Devleti ya da Arapça adıyla ‘Dawlah al-Islamiyah fil-’ Iraq wa ash-Sham’ adı altında ortaya çıkan katil sürülerinin özellikle Kürtlerin yaşadıkları bölgelere saldırmaları, Ortadoğu’da kimi ilişkilerin bozulacağı, kimilerinin ise yeniden biçimleneceği anlamına geliyordu. Kürtler, ‘Kanlı Cuma’ olarak da bilinen Halepçe Katliamı’ndan sonra sil baştan göçe zorlanmış, DAIŞ özellikle Êzîdî (Yezidi) Kürtleri hedef almış, müteakiben yaşadığımız bölgeye (aslında pek de iyi olmayan topraklara) büyük bir göç dalgası başlamıştı. Mardin ve Diyarbakır’a kadar gelebilmiş olanlar için kamplar oluşturulmuş, o sıra Kayyım’dan önceki Diyarbakır Büyükşehir Belediyesince kamplarda görevlendirilen ya da gönüllü olarak çalışmak isteyen gruplardan birine katılmış ve zaman ayırıp çalışmaya başlamıştım. Göç eden ailelerden biri, benim doğup büyüdüğüm ilçe olan Derik’e gelmiş ve çevreden yardımlarla orada yaşamaya başlamışlardı. On beş kişilik bir aileydi, giyecek alıp aileyi ziyarete gitmiş, Muhammed’le işte bu ziyaretimde tanışmıştım. Muhammed duyamıyor ve konuşamıyordu, ancak başından geçenleri yüreğiyle anlatmak, gözleri ve elleriyle duyurmak istiyordu. Ben, Muhammed’in dünyaya vermek istediği mesajı hissedilir kıldım.
Erkan Özgen bundan önceki işlerinde de benzer temalara yer vermişti. Şu anda MARSistanbul’da Teminat sergisi kapsamında gösterilen 2004 tarihli Yetişkin Oyunları’nda (Adult Games) Özgen bu kez de bir oyun parkı üzerinden savaş bölgesinde çocuk olma hallerini tasvir ediyor. Genel sanat pratiği içinde Harikalar Diyarı’nın nereye oturduğunu sorduğumda Özgen şöyle yanıtlıyor:
Adult Games erken dönem video çalışmalarımdan biriydi; bununla birlikte, onu benim için özel kılan başka bir şeyler de vardı; dilsel olarak video üretimimde bir kırılmaya işaret ediyordu. O derme çatma, mahalle arasındaki izbe oyun parkındaki kar maskeli çocuklar, çocukluk denilen evreyi neredeyse bir yetişkin gibi yaşamış, geri gelmeyecek olandan son bir kez çocuk saflığında haz almak üzere harekete geçmişlerdi. Onlar da, tıpkı Muhammed gibi dilsiz çocuklardı. Der ya Murathan Mungan ‘Çocukluk başlı başına bir memlekettir, hatta sılasıdır insanın. Büyüdükçe sıla özlemimiz artar, hayat giderek gurbetleşir. (...) Büyümek gurbete çıkmaktır. (...) Anlatmak ise ikinci hayat;’ bu minvalde düşündüğümde, o çocuklar için hayat çoktan sıla olmuştur. Harikalar Diyarı’nda çocukluğumun masallarından biri olan Alice Harikalar Diyarında’ya da bir gönderme var. Muhammed de tıpkı Alice gibi, bir tavşan deliğinden –ya da art arda birkaç delikten– geçiyor ve kendisini sessiz bir dünyada görüveriyor.
15. İstanbul Bienali’nin basında en çok ilgi uyandıran işlerinden biri olan Harikalar Diyarı, içinden geçtiğimiz savaş sürecinde şiddeti bir sergi mekânından izlemenin ağırlığını hissettirmekle kalmıyor, aynı zamanda belge niteliğindeki bu videonun bir sanat eserinin sınırlarını nasıl zorladığını da gözler önüne seriyor.
Haber: Nora Tataryan
Organik şekiller ve beden formlarıyla tanıdığımız seramik sanatçısı Candeğer Furtun, 15. İstanbul Bienali’ne İsimsiz adlı bacak serisiyle katılıyor. 1964’ten itibaren Şişli’deki atölyesinde üretimine devam eden sanatçı, her ne kadar geleneksel seramik tekniklerini kullansa da alışıldığın dışında işler üretiyor. Yan yana oturmakta olan dokuz çift erkek bacağından oluşan bu eserinde de Furtun’un bir araya getirdiği beden formları, birey ve anonimlik üzerine düşünmemize vesile oluyor. Candeğer Furtun’la, bienal boyunca İstanbul Modern’de görülebilecek işi ve sanat pratiği üzerine konuştuk.
Seramikle nasıl tanıştınız, üretiminize nasıl başladınız biraz anlatabilir misiniz?
1954’te İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü’ne girdim, Nurullah Berk atölyesinde orta bölümü bitirdikten sonra, yüksek bölüm için Seramik Bölümü’ne geçtim. Bu değişikliği hocam Hüseyin Gezer’in modlaj derslerinde elime çamuru ilk aldığım zaman “ben kil ile uğraşacağım” diye düşündüğüm için yaptım. 1959’da Yüksek Seramik Bölümü’nü bitirdikten sonra bir yıl kadar İstanbul Üniversitesi Kimya Fakültesi’nde Türkiye’deki killeri ve mineralleri araştırdım. Sonra Eczacıbaşı Seramik Atölyesi’nde bir süre çalıştım, orada ürettiğimiz seramik objeler Nişantaşı ve Şişli’deki mağazalarda satılıyordu. Fakat kendimi yeterli, bilgili ve donanımlı bulmadığım için Fulbright Bursu’na başvurdum ve Amerika’da Rochester Institute of Technology, School for American Craftsmen okulunun seramik bölümünde yüksek lisansımı tamamladım. Amerika’dan dönmeden önce de kısa bir süre Worcester Craft Center’da yardımcı öğretim görevlisi oldum; ilk sergimi de 1963’te orada açtım. Türkiye’ye döndüm ve 1964’te bu gördüğünüz atölyemi kurmaya başladım. Biraz uzun sürdü kurmak, çünkü o sıralarda henüz kil fırını yapılmıyordu buralarda. Türk mühendisleriyle bir fırın yapmak istedim, ama olmadı; dışarıdan gelen bir fırınla işime koyuldum. 1965’te tam zamanlı olarak atölyede çalışmaya başladım. Tam 53 yıldır bu atölyede çalışmalarıma devam ediyorum. İlk zamanlarda seramiğe başlayan herkes gibi kap sanatıyla uğraştım, çünkü geleneksel olarak bunun bilinmesi gerekiyor, ondan sonra istediğiniz yönde ilerleme imkânını elde ediyorsunuz; Amerika’da da bu böyle öğretiliyor ve uygulanıyordu. Ben kap sanatında epeyce mücadele ettim, yani kapları kullanım amaçlı üretmekten çok, daha değişik formlara yöneldim, formu daha ileriye götürmek gibi düşüncelerle hareket ettim. Benim esas ilgim insandı, bu nedenle insan gövdesini kullandım. İnsan gövdesi ile düşüncelerimi, hissettiklerimi yansıtmaya çalıştım. Yedi kişisel sergi açtım ve her birinde farklı kavramlara yoğunlaşan işler ürettim. Bienalde sergilediğim bir dizi bacak çok çeşitli biçimlerde yorumlanabildiği için bienalin kavramına da uygun düşmüştü.
Seramikte geleneksel materyalleri kullanıyorsunuz ama organik formlar üretiyorsunuz. Bu bağlamda İstanbul Bienali’ndeki işinizden biraz bahsedebilir misiniz? Hem sizin için materyal ve form arasındaki ilişki ne anlama geliyor, onu sormak istiyorum, hem de yan yana oturan bu erkek bacakları neyi temsil ediyor onu merak ediyorum. Son yıllarda ‘manspreading’ (erkeklerin bacaklarını açarak oturması) olarak adlandırılan bu oturma şekli feminist çevrelerde sıkça tartışılıyor.
Bu işi ilk defa seri halinde Maçka Sanat Galerisi’nde sergilemiştim. Sadece bacakları koymamın nedeni bireyselliğin kalmadığını ve çoğulculuğun daha önemli olduğu bir dönemde yaşadığımızı vurgulamaktı. Vücudun eskiden bir önemi ve biricikliği vardı. Bu biriciklik parçalandı. Fakat buna rağmen, bu parçalar hâlâ bir gövdeye işaret ediyor. Ben bu bacakları oraya koyduğum zaman kaybolan bireyselliği ve o parçalanmış gövdeyi vurgulamak istedim. Bienaldeki işim de dokuz çift bacaktan meydana gelmiş bir iş. Komşu teması var. Her bir bacak kendi başına bir varlık ve bir komşuyu ifade ediyor. Türkiye’nin sekiz komşusu var ve Türkiye de aralarında bulunduğu için dokuz çift bacak kullandım. Bunların yan yana uyum içinde oturabildiklerinin altını çizmek istemiştim. Malzemenin seramik olduğunu özelikle vurguladım. Başka bir deyişle seramiği taşıyabileceğim en uç noktalara kadar götürmeye çalıştım.
Diğer konuya gelirsek, sizin temas ettiğiniz şey tabii ki çok önemli. Her duruşun, her yerin kendi anlamı var. Örneğin bu gövdeleri hamama da oturtabilirsiniz, bir bekleme salonuna da. Ben bizdeki oturuş şekilleri nasıl diye tetkik ettim ve bu şekilde bir oturuş şekline sahip olduğumuzu gördüm. Bu da erkeklerin kendine güvenini ve bir tür hakimiyeti temsil ediyor tabii ki.
İşlerinizde beden figürleriyle sıkça karşılaşıyoruz. Daha önce eller serinizi görmüştüm ve Füreya Koral hayattayken onun elini seramikten yaptığınızı biliyorum. Bu anlamda genel sanat pratiğinizde İsimsiz serisi nereye oturuyor?
Evet, doğru. İzler adında bir sergi yapılmıştı bizden önceki ustalarımıza bir saygı niteliğinde. Ben bu saygıyı Füreya Hanım’ın ellerini yaparak ifade etmek istemiştim. Genel olarak gövde çalışmaları yaptım, panolar yaptım belli bir birikimin sonucu olarak. Zamanın ruhuna çok denk düşen işlerdi; vücudun parçalanması, bireyselliğin kaybolması gibi konuları işledim. Genel sanat pratiğim de bu yönde. Bu işlerimin yalnız benimle değil, ona bakanların yorumlarıyla çoğalma ve dönüşme gücüne sahip olduğunu düşünüyorum.
Amerika’da da sergiler yapmış bir sanatçı olarak işlerinizi İstanbul’da sergilemekle yurtdışında sergilemek arasında bir fark hissediyor musunuz?
Buradaki sergilerle dışarıdaki sergiler arasındaki fark... Dışarıda yapılan iş daha çok takip ediliyor, daha çok ilgi görüyor, basın aracılığıyla yaygınlaşabiliyor. Örneğin 1963’te Amerika’da açılan ilk sergim basında geniş yer almıştı. Burada öyle olmadı. Benim seramiği başka bir tarzda ele alışım da bunda etkili olmuş olabilir. Herkesin daha geleneksel bir seramik anlayışı vardı. Ama zamanla, yaptığım işlerin anlaşıldığını düşünüyorum. Kadın olarak ben bir zorluk çekmedim bu alanda, ama bunun sebebi seramiğin geleneksel anlamda kap sanatına yakın olması ve kadınla bağdaştırılması olabilir; ama bugün artık böyle değil. Amerika’da da bir çok kadın sanatçı var, güçlü işler yapıyorlar. Erkek sanatçılardan da kap sanatıyla ilgilenenler var. Sanırım bu ayrımlar ortadan kalktı artık.
Koreograf ve çağdaş dans sanatçısı Tuğçe Tuna, bu sene 15. si düzenlenen İstanbul Bienali’ne, Küçük Mustafa Paşa Hamamı’na özel olarak tasarladığı ‘Beden Damlaları’ adlı eseri ile katılıyor. Sanatçının kendisinin de dahil olduğu dokuz dans sanatçısı ile gerçekleştireceği gösteri; kinestetik empati, bedenin biriktirdikleri ve görünmeyen kayıpları üzerine odaklanıyor. Öteki bedeni, komşu beden olarak ele alan Tuna, İstanbul Bienali’ne davet edilen ilk koreograf ve çağdaş dans sanatçısı. Tuğçe Tuna’yla dansa bakışını, ‘Beden Damlaları’nı ve sanat pratiğini konuştuk.
15. İstanbul Bienali’ne nasıl dahil oldunuz? Bu proje nasıl gelişti biraz anlatabilir misiniz?
Küratörlerimiz bildiğiniz gibi performans sanatlarıyla ilişkisi olan küratörler. Tanışmamızda mekan spesifik işlerimi, bedene ve mekana nasıl yaklaştığımı gördüler ve bienale davet ettiler. İlerleyen zamanda Küçük Mustafa Paşa Hamamı içinde bir eser üretimi üzerine konuştuk, fikir geliştirdik. Daha önce bu mekanı görmüştüm ve burada iş üretmeyi de istiyordum, bu anlamda birbirini doğuran bir süreç oldu diyebilirim. ‘Beden Damlaları’ mekanda üretilen bir is. Yaklaşık 30 sunumu da burada gerçekleştirmeyi planladık. Uzun bir sürecin içerisindeyiz. Monica Bonvicini’nin de işleri bulunuyor hamamda. Eserlerimiz hem birbirinin alanını belirliyor, hem de birbirine komşuluk yapıyor.
Performanslarınızda belirli bir ekiple mi çalışıyorsunuz, ekibinize katacağınız sanatçıları nasıl seçiyorsunuz?
Düşünce ve dürtülerimin, açığa çıkabileceği, risk alabileceği, dönüşebileceği mekanlar ve bedenler ile üretmeyi tercih ediyorum. Dolayısıyla, eser üretimi deneyimine açık olabilecek, fiziksel, ruhsal ve düşünsel olarak kendini yaratım sürecine dahil edebilecek her türlü beden, eserlerimde yer alabilir. Belirlenmiş, etiketlenmiş, alışıla gelmiş ‘olması gerekenler’ listem yok, sanat anlayışımda da öyle standart bir kalıp yok. Bu nedenle, her eser yolculuğunda, o eserin açığa çıkması için ihtiyaç duyulan aracı bedenleri, dinamiklerini, sanatçılarını davet etmeyi tercih ediyorum. Ama bazen aynı sanatçı birden fazla eserimde de yer alabiliyor. Bu biraz da karşımdaki bedenin bireysel zenginliğine, deneyim çeşitliliğine, enerji uyumuna bağlı olarak gelişiyor. Birlikte sahip olduğumuz bu zamanın verimliliğini hissedebileceğimiz, üretebileceğimiz ve birbirimizi pozitif anlamda sınayabileceğimiz kişilerle yan yana olmayı tercih ediyorum.
Melih Kıraç, Aybike İpekçi, Ekin Ançel, Pınar Akyüz, Hilal Sibel Pekel, Sinan Özer, Gülçin Erdiş, Erdem Kaynarca-Koray Çivit ve benimle birlikte dokuz dans sanatçısı olarak Beden Damlaları eserinde yer alıyoruz. Vahit Tuna ses tasarımı, Utku Kara da ışık tasarımı alanında bize destek oluyor.
Röportajdan önce, bu işin koreografisini tasarlarken sanatçıların yıldız haritalarına baktığınızı söylemiştiniz. İşiniz, dansçıların astrolojik geçmişi ve mekanın mimarı yapısı arasında ne gibi bir ilişki var biraz bahsedebilir misiniz?
Koreografilerin bir akış paterni oluyor. Gösterinin gerçekleştirileceği mekanı eserin iskeleti olarak ele alıyorum. Bu koreografik akışı mekanın mimarı yapısına göre şekilleniyorum işlerimde. Burası bir hamam. Kubbesi oldukça yüksek. Bedenin yalınlığını, kırılganlığını ve sadeliğin gücünü çırılçıplak yansıtan bir yer. -mış, -miş gibi bir fiziksel yapaylığı itiyor bir yandan. Hamamda bedenden buharlaşan yapının –görünmeyen kayıpların- tekrar yere düşüşü, damlaması da söz konusu. Alt-üst, zemin-yukarısı, yer-gök arasında bir dolaşım söz konusu. Ben de böyle bir dolaşım ve dönüşüm etrafında şekillendirmek istedim kavramsal yapıyı ve koreografiyi. Bireysel bir çıkış noktasına gitmeye karar verdim. Gökyüzündeki yıldız şablonlarını yere, zemine indirmek istedim. Üstümüzde bir nevi gök kubbe var. Sanatçıların yıldız haritalarını da zeminde koreografinin aktığı patern olarak kullanmayı bu nedenle tercih ettim.
İşiniz beden politikalarıyla bire bire ilişkili. Hamam da kültürel olarak kendi içinde belli bir beden politikası üreten bir mekan. Tüm bunlar düşünüldüğünde sizin dans anlayışınız bedene nasıl yaklaşıyor ve İstanbul Bienali’nde sergileyeceğiniz iş genel sanat pratiğinizde nereye oturuyor?
Hamam kültürü, güçlü beden politikaları ile başlı başına ağır ve nemli bir konu. Bir yandan da yaşadığım toplumun bedenle olan ilişkisi çok sert ve şiddetli, öfke dolu çoğu zaman. Sevgi bile öfkeli. Hareket alanını yok ediyor, yaşamı bitiriyor bu topraklarda. Çabuk üretip çok çabuk tüketiliyor beden.
Dans anlayışım bedene nasıl yaklaşıyor sorusuna gelince...Genel olarak dans anlayışım bedeni açmayı, dönüştürmeyi tercih eder sanıyorum. Açıklık, şeffaflık ve bağımsızlık inşa etmek niyetindedir. Bu farklı bir güç, farklı bir dayanıklılık getirir bedene. Etiketleri, standartları, ayrımcılığı, sınıflandırmayı, korkutmayı, özensizliği, aynılaştırmayı, taraf haline getirmeyi üretimin dışında tutuyorum diyebilirim.
Bireysel olarak; 1984’te başladım dans etmeye, Ankara Devlet Opera ve Balesi, çocuk balesinde, dans disiplinlerim değişti, bedensel ifadelerim dönüştü, her deneyim birbirine eklemlendi. ‘Dansçı’ olmadım ben onunla büyüdüm ve büyümekteyim.
Yaşam, bütün bedenle ilişkilidir benim için. İçinde yaşadığım, kendi tercihlerimi uyguladığım, aracılığıyla öteki ile iletişimde bulunduğum, varoluş politikasını yansıtabilen bir mekan, beden. Dansla kendini kaybet, daha iyisini bulursun diyorum son birkaç yıldır. İstanbul Bienali’nde sergileyeceğim iş genel sanat pratiğimde nereye oturuyor, bunu zaman gösterecek. Ancak bienale davet edilmiş bir koreograf olarak, bienal yönetiminin yeni bir tavırla kalıpları ve anlatım dilini bildiğimiz Türkiyeli ‘çağdaş sanat’ anlayışı içine, koreografi ve beden odaklı sanat üretimini dahil etmesi çok değerli benim için.
Beden Damlaları, bienal boyunca her cumartesi 17.30 ve 20.30’da Küçük Mustafa
Paşa Hamamı’nda görülebilir. Performans, açılış haftasına özel olarak 17 Eylül Pazar günü de aynı saatlerde gerçekleşecektir.
Lungiswa Gquata, 15. İstanbul Bienali’ne Coca-Cola şişeleri kırarak elde ettiği çimenlik formunda bir enstalasyonla katılıyor. İçi yeşil bir sıvıyla dolu olan bu şişelerin yan yana gelmesiyle oluşan kesici yüzey görkemli görünüşün yansıra sanatçının yasadığı Cape Town’daki ayrımcılık formlarını sembolize ediyor. Üzerinde koşup oynayamadığımız bu bahçenin arkasındaki duyguyu rahatsızlık, aciliyet ve öfke olarak tanımlayan sanatçı, bu eseriyle Güney Afrika’daki ırkçılık ve soylulaştırma politikalarını tartışmaya açmakla kalmıyor, aynı zamanda izleyiciyi bu konuların evrenselliği üzerine düşünmeye davet ediyor. Gquanta’yla sanat pratiği ve bir protesto formu olarak sanatın işlevi üzerine konuştuk.
Bize biraz bienale nasıl dâhil olduğunuzdan, bu sürecin nasıl işlediğinden bahseder misiniz?
Yüksek lisans bitirme tezi olarak hazırladığım sergimin açılış gününde, Londra’da Ingar’a rastlamıştım. Ona çalışmamı ana hatlarıyla gösterme fırsatım oldu, Çimen adlı eseri gördü. Aklında yer etmiş olacak ki, birkaç hafta sonra İstanbul Bienali’ne katılmamı teklif etti. Ona aynı işi yeniden, bu kez daha büyük bir şekilde üretmek istediğimi söyledim. O da bu fikrime katıldı ve ‘büyütelim’ dedi. Aynı çalışmayı daha önce yapmış olsam da, burada, ayrı bir siyasi zeminde tekrarlamak farklı bir deneyim oldu; benim için çok keyifli bir süreç.
Çimen, duygusal ve siyasal anlamda yüklü bir çalışma. Ayrıca, Apartheid sonrası Güney Afrika’yı anlatması yönünden de belirli bir bağlamda yer alıyor. Bize biraz çalışmadan ve olası çağrışımlarından bahseder misiniz?
Her bahsettiğimde değişiyor. Eserin adı, Çimen. İçi benzin dolu kırık şişelerden oluşuyor. Uzaktan ampule benziyorlar fakat değiller tabii, bu da amaçlanan çimen görüntüsüyle tezat oluşturuyor. Göze hitap eden bir görüntü değil; tehlikeli ve izleyici üzerinde de bir kısıtlanma hissi yaratıyor. Benim göndermede bulunduğum kısıtlamalar eserle etkileşime giren kişilerce de hissediliyor. Ayrıcalıklı mekânlar ve erişilebilirlik kavramlarını gündeme getiren bir çalışma. Yemyeşil, güzelim çimler yalnızca şehrin zengin kesimlerinde bulunuyor, çimlere ulaşmanın tek yolu o bölgelerde yaşıyor olmak. Bu durum, ayrımcılığın hala varlığını sürdürdüğü Güney Afrika’ya özgü hâle geldi. İşte bu nedenle çalışmam, sömürgeciliğin hem dününü hem de bugününü ele alıyor; çünkü o günlerden bugüne pek bir şey değişmedi. Beyazlar hala daha iyi yerlerde yaşıyor. Çalışmalarımda böyle agresif ve tehlikeli sayılabilecek bir anlatım biçimini tercih ediyorum ama bu aynı zamanda sanatım aracılığıyla bir şeylere karşı çıkma, sesimi duyurma yöntemim. Dolayısıyla otoriteye boyun eğen bir deneyim olması mümkün değil, zaten amacım da bu değil.
Genel sanat pratiğiniz içinde bu iş nereye oturuyor?
Çalışmalarım tarihin belirli bir bölümüne odaklanıyor ve insanların nasıl olup da içinde yaşadığımız bu tuhaf fanusa bakıp çok ilerleme kaydedildiğini ve bundan mutluluk duyulması gerektiğini düşündüklerini sorguluyor. Geçtiğimiz birkaç yılda yaşadıklarımı şöyle bir düşünüyorum; Cape Town’a taşındım, kirasını karşılayabileceğim bir ev bulmakta çok zorlandım ve soylulaştırma politikalarının nelere yol açtığına tanık oldum. Sanat, kendimi ifade edebileceğim tek alan. Sokaklara çıkıp protesto etmiyorsam, değişen bir şey olmadığını insanlara bu yolla hatırlatıyorum. Eldekiyle yetinmekten bıktım, artık buna harcayacak vaktim yok.
Çalışmanızı İstanbul’da sergileyecek olmak sizin için ne ifade ediyor?
Buraya geldiğimden beri beraber çalıştığım insanlarla konuşuyorum, bana İstanbul’da devam eden ‘soylulaştırma çalışmaları’ndan bahsediyorlar. Benim geldiğim yerde de aynı durum söz konusu. Bu çalışmanın çıkış noktası, kentsel dönüşümün de aralarında bulunduğu pek çok mesele. Yapılaşma çok arttı. Bu durumun fazlasıyla istilacı ve dışlayıcı bir hâle geldiğini, bulaşıcı hastalık gibi her yere yayıldığını kavramak çok önemli. Bu beni çok üzüyor. Bu açıdan iki ülke arasındaki benzerlikler çok fazla.
‘Mavi yansıma denizden gelmiyor. Gözlerim mi bozuldu da mavi minibüsleri deniz sandım? Göz doktoruna gitmem lazım ama önce Santa Tropez yolculuğunun parasını biriktirmeliyim. Şu an deniz manzarasının önü kapanmış ama geri gelecek. Castro’nun yaptığı gibi bütün sahil şeridini kamulaştırmalılar, ki en azından biraz deniz mavisi görebilelim. O ufak daire suyla çevriliydi, keşke onu o kadar özlemesem. Kalabalık sırtını denize dönüyor hep. 45 dakikalık minibüs yolcuğunu sırasında oturmak daha önemli demek ki.’
Bu dizeler Ali Taptık’ın 15. İstanbul Bienali için ürettiği ‘Dostlar ve Yabacılar’ projesindeki karakterlerden biri olan Merve’ye ait. Farkı mesleklerden üç kurmaca karakterlerin hikayelerine ve kent deneyimlerine şahit olduğumuz ‘Dostlar ve Yabancılar’ hem fiziksel hem çevrimiçi ortamda var olan çok katmanlı bir fotoğraf enstalasyonu. Galata Rum İlkokulu’ndaki fotoğrafların projenin internet sitesinde sunulan hikayelerle paslaşarak meydana getirdiği eser, içinden geçtiğimiz dönemin ruhunu kayıt altına almakla kalmıyor, İstanbul şehir yaşantısını bir başkasının gözünden deneyimlememize de vesile oluyor. Bir matbaa işçisi olan Cem, genç mimar Merve ve ayni zamanda hem sanat sponsoru hem iş adamı olan Mikail’in Ali Taptık’la konuşmaları vasıtasıyla yakınlık, bir arada yaşama ve empati gibi kavramlar üzerine düşünme fırsatı buluyoruz. Taptık bu proje için kendi çevresinden insanları stüdyosuna sohbet etmek için davet etmiş ve bu esnada onların portrelerini çekmiş. Bu anlamda, internet sitesinde gördüğümüz Merve, Cem ve Mikail, sanatçının yaptığı onlarca görüşmeden damıttığı kurmaca karakterler. Ancak ‘Dostlar ve Yabancılar’ gerek kurmaca ve gerçeklik arasında yarattığı bu muğlaklık gerek sanatçının bir özne olarak kendini yazışmalar ve görseller üzerinden surece dahil etmesiyle İstanbul’a dair gerçek bir hikaye anlatıyor. Ali Taptık, üretimini şöyle tanımlıyor:
‘Son zamanlarda sevdiklerimize nasıl karşı çıkacağımız ve karşı çıktıklarımızı nasıl kucaklayacağımızla ilgileniyorum. Bienaldeki işimdeki hikayeler de bundan bahsediyor. İstanbul içerisinde birlikte var olmak üzerine düşünürken farklı arkadaşlarımın toplu taşımadaki deneyimlerinden yola çıktım. Birbirini tanımayan insanlar arasında nasıl bir samimiyet kurulabilir bununla ilgileniyordum başka bir yandan da. Çok uzun zamandır Mark Frish’in Sorgu metniyle ilgileniyordum oradaki soruları arkadaşlarıma sordum onların fotoğraflarını çektim ve iş kendiliğinden gelişti biraz.’
‘Dostlar ve Yabancılar’ bienal izleyicisinden belli bir zaman ve emek talep eden bir enstalasyon: Merve, Cem ve Mikail’in hikâyeleri, bizi konu edindiği şehir temposundan kısa süreliğine de olsa çıkartıp soluklanmaya ve İstanbul’a bakmaya davet ediyorlar. ‘Dostlar ve Yabancılar’ bienal boyunca Galata Rum’da görülebilir ve www.dostlarveyabancilar.net (www.friendsandstrangers.net) internet sitesinden izlenebilir.
Heykel ve performans ağırlıklı çalışmalarını Arjantin’de diktatörlüğün kuruluşundan devlet şiddetinin nihayet sona erdiği 1983’e kadar süren, devlet terörizmi ve kanlı çatışmaların, faili meçhul cinayet ve kayıpların yaşandığı bir dönemde üreten Liliana Maresca, Buenos Aires Modern Sanat Müzesi’nde bir solo retrospektifle anılıyor. Sergi, 5 Kasım’a kadar devam ediyor.
Liliana Maresca: The Keen Eye. Artworks 1982 – 1994 (Liliana Maresca: Keskin Göz. Eserler 1982 – 1994) başlığını taşıyan sergi, Maresca’nın diktatörülüğün bitimine yakın üretmeye başlayıp ölümüne dek 12 yıl boyunca verdiği eserleri derliyor. Müzenin baş küratörü Javier Villa’nın küratörlüğünde bir araya getirilen sergi, günümüzü anlamakta önemli ipuçları sunan sanatçıya bir saygı duruşunda bulunmak, sanatçının güncelliğini ve erişilebilirliğini herkes için yaşatmak adına yürütülen dört yıllık bir araştırmanın ürünü.
Maresca’nın 1984 tarihli fotoğraflardan oluşan başlıksız serisi, 15. İstanbul Bienali’nde Pera Müzesi’nde görülebiliyor.
Haber ve fotoğraf: Nora Tataryan
2013’de Mısır’da ayağına takip cihazı takılmış bir göçmen leylek, bir balıkçının şüphesini cezbetmiş ve yetkilikler tarafından casusluk yaptığı gerekçesiyle yakalanıp nezarete atılmıştı. Heba Y. Amin’in 15. İstanbul Bienali’nde sergilenen Kuşlar Uçarken isimli video enstalasyonu da ilhamını tutuklanan bu leylekten alıyor ve politik huzursuzluk, paranoya ve devlet gözetimi gibi kavramları dijital ve buluntu görüntüler yardımıyla çarpıcı bir şekilde okumamıza vesile oluyor. Heba Y. Amin’in işinde, bir benzeri Türkiye’de de yaşanmış olan bu olay üzerinden, yasalar ve hukuk sisteminin absürtlüğü ve bu tutuklamanın işaret ettiği paranoya iklimine şahit oluyoruz.
Kendisi de Mısır doğumlu olan Amin, işlerinde araştırmaya geniş yer veren, kendi deyimiyle “dedektif” yanı ağır basan bir sanatçı. Zeyno Pekünlü tarafından bienalle eşzamanlı düzenlenen Kamusal Program’da, 15 Eylül’de gerçekleştirdiği “General’in Leyleği” adlı bir performans da sergileyen Amin, konuşması esnasında projenin ortaya çıkış sürecini ve filminde kullandığı imgelerin tarihini anlattı. Sanatçı, casus bir leylek tarafından kaydedilmişe benzeyen panoramik çekimlerin Adel İmam’ın 1955 yapımı Birds of Darkness isimli filminin müzik ve diyaloglarına eşlik ettiği Kuşlar Uçarken’i Ortadoğu’daki güncel politik duruma kendi verdiği yanıt olarak tanımladı. Heba Y. Amin İstanbul Bienali’nde sergilenen işinin genel sanat pratiğinin içinde neye tekabül ettiğini ise şu sözlerle ifade etti:
Ben tarihle ilgileniyorum. Güncel olaylara bakıyorum ama bunu yaparken onlar geçmişte nereye oturuyor onun izlerini sürmeye çalışıyorum. Çalışmalarıma baktığınızda hepsi de tarihi anlatılarla ilgili; o anlamda aslında biraz da tarihçiyim. Zira araştırma kısmına ağırlık veriyorum, bulduğum materyalin içine dalıyorum ve o beni bir yere götürüyor. Bu anlamda biraz da dedektiflik yapıyor gibiyim. Çok seviyorum bu şekilde iş üretmeyi, çünkü uğraştığım şeyler gün yüzüne çıkmamış şeyler oluyor genelde. Tarih bu anlamda çok ilham verici bir disiplin. Hele de bizim yaşadığımız bölgelerde. Çünkü güncel bir olay bize sunulduğunda tarihi perspektifinden tamamen kopartılmış oluyor. Bir sanatçı olarak benim rolümün olayları tarihi perspektifine oturtup onlara kendi açımdan bakmak olduğunu düşünüyorum.
Kuşlar Uçarken, İstanbul Bienali süresince Galata Özel Rum İlköğretim Okulu’nda izlenebilir.
Haber ve fotoğraf: Nora Tataryan
İstanbul Bienali’ne parallel olarak Zeyno Pekünlü koordinatörlüğünde düzenlenen Kamusal Program Fred Wilson’ın Pera Müzesi’nde gerçekleştirdiği sanatçı konuşmasıyla başladı. Bienale Afro Kısmet isimli çalışmasıyla katılan Wilson, söyleşi boyunca bugüne kadar ürettiği eserleri ve 50’nci Venedik Bienali’nde Amerika Pavyonu’nu temsil ettiği işini ayrıntılarıyla anlatırken genel sanat pratiği ve çalışma yöntemleriyle ilgili soruları da yanıtladı. 16 Eylül’de ’Seçilmiş Aileler’ sempozyumuyla devam eden ve ziyaretçilerin ücretsiz olarak katılabildiği Kamusal Program etkinliklerinin ayrıntılı takvimi web sitesinden incelenebiliyor.
Müzeleştirme politikalarına getirdiği eleştiriyle tanınan Wilson işlerinde, geleneksel sergileme pratiklerini sorunsallaştırmakla kalmıyor, müzelerin olmazsa olmazı koleksiyon ve isimlendirme mekanizmalarıyla oynayarak izleyiciyi gördüklerini sorgulamaya da sevk ediyor.
Fred Wilson, Afro Kısmet ve müzecilik politikaları üzerine
İster Azimli bir sanat takipçisi olalım ister sıradan bir müze ziyaretçisi, bir eseri deneyimlerken sergilenme politikalarından bağımsız bir algımız olduğunu söylemek oldukça zor. Bu sene 15’incisi düzenlenen İstanbul Bienali de bu politikalardan azade değil ve gerek teması gerek küçülen ebadıyla kendine has bir sergileme pratiği üretiyor. Bienaldeki işlerden bazılarıysa doğrudan bu konunun kendisini masaya yatırarak müzecilik üzerine düşünmemize vesile oluyorlar: Mark Dion’un kent yaşamına direnen ekosistemleri bilimsel sergileme teknikleri üzerinden anlattığı işi, İnatçı Otlar ve İstanbul’un Dirençli Deniz Yaşamı (Galata Özel Rum İlköğretim Okulu), Dayanita Singh’in Döküm Müzesi (Pera Müzesi) adını verdiği ve hayali bir küratör için tasarladığı mimarı alan, Mahmood Khaled’in ARK Kültür’ü dönüştürerek elde ettiği ev-müzesi Meçhul Ağlayan Adam Müze Evi İçin Tasarı, bunlardan sadece birkaçı.
Daha önce Venedik Bienali için benzer bir eser üreten Fred Wilson ise bu seneki İstanbul Bienali’ne Afro Kısmet isimli çalışmasıyla katılıyor. Tarihi fotoğrafları, 20’nci yüzyılın sonundan Afrika figürlerini, gravür ve yağlı boya tabloları, çağdaş İznik çini panelleri ve heykelleri biraraya getirerek yarattığı enstalasyonda Wilson, Osmanlı kültüründe siyahların oynadığı rolü ve sömürgeciliğin değişik veçhelerini konu alıyor. Kimisi yeni üretilmiş kimisi de müzelerin koleksiyonlarından toplanmış bu parçalar, modern sanat ve tarihi eser arasındaki farkları görünmez kılarak sergileme teknikleri üzerinden üretilen bilginin muktedirliğini sorgulamakla kalmıyor, aynı zamanda derinlemesine konuşulmamış bir tarihe de ışık tutuyor.
Sanatçı, Afro Kısmet ismini verdiği enstalasyonu şu sözlerle anlatıyor:
Benim ürettiğim iş hem çok kişisel hem de evrensel bir meseleye eğiliyor. Venedik’te de buna yakın bir şeyle ilgilenmiştim; siyahların o bölgenin tarihindeki rolünü araştırmıştım. Şimdi de benzer bir şeyi bu coğrafyada yaparak Osmanlı’daki duruma bakmak istedim. Bu konu bienalin temasıyla da çok iyi konuşuyor bana kalırsa: komşularımızı tanımak. Amerika’dan farklı olarak Afro-Türklerin durumu tarihi olarak daha spesifik ve bu konuyu bir müze sergisi formunda işlemek de benim bakış açımı yansıtıyor. Yani aslında ben burada bir kırılma yaratmış oluyorum. Sanatın tarihle buluşmasıyla yeni bir anlam çıkıyor. Zira elle yapılmış parçalarla tarihi parçaları bir araya getiriyorum. Dolayısıyla müzede görmeye alışık olduğumuz şeylere farklı bir bakış açısı getirmiş oluyorum. Üzerine çok da konuşulmamış bu tarihi kendi perspektifimden anlatıyorum diyebilirim.
Afro Kısmet, 15. İstanbul Bienal’i boyunca Pera Müzesi’nde ziyaret edilebilir.
Haber ve fotoğraf: Nora Tataryan
Volkan Aslan, bu sene 15’incisi düzenlenen İstanbul Bienali’ne Evim Evim Güzel Evim adlı video enstalasyonuyla katılıyor. Zamanın ve perspektifin üç kanaldan kırılarak ilerlediği filmde, iki kadının hayatlarından yedi dakikalık bir kesite şahit oluyoruz. Evim Evim Güzel Evim anlattığı hikâyeden ziyade izlendikten sonra geriye bıraktığı hisle tasvir edilebilecek bir video. Bir evin içi, İstanbul Boğazı’nda ağır ağır gitmekte olan bir tekne ve teknenin suda ilerleyişi: Ayrı perdelerden dönüşümlü olarak akan bu görüntülerin sonunda komşuluk, hareket ve yersiz-yurtsuz olma hali üzerine düşünme fırsatı buluyoruz. 17 Eylül’de Midilli Adası’nda tek parça olarak gösterilecek Evim Evim Güzel Evim’in yaratıcısı Volkan Aslan’la buluşup işi üzerine konuştuk.
Bu video’yu yapma fikri nasıl ortaya çıktı, süreç nasıl gelişti biraz anlatabilir misiniz?
Evim Evim Güzel Evim uzun zamandır üzerine çalıştığım bir proje. Atölyemde panoda bir süre eskiz olarak bekledi. Önce bunun küçük heykellerini yapmaya karar verdim. Hazır bulduğum balıkçı teknesi modelleriyle başladım ilk olarak. Hemen yanı başımızda tüm şiddetiyle devam eden savaş ve bu nedenle yer değiştirmek zorunda kalan milyonlarca insan var. Çeşitli sosyal, politik ve ekonomik nedenler yüzünden göç etmek zorunda kalan insanlara ve tüm bunlara şahitlik ediyor olmak bu işin çıkış noktası oldu diyebilirim. Bu süreci, gitmek zorunda bırakılmayı, daha fazla ajite etmeden nasıl anlatabilirim diye düşünürken bu video fikri çıktı ortaya. Elmgreen & Dragset’in geçen seneki atölye ziyaretinde bu videoyu, iyi bir komşu teması çerçevesinde gerçekleştirmeye karar verdik ve sonrasında yaklaşık 10 ay süren bir yapım süreci başladı. Çekimler iki gün sürdü fakat yapım öncesi ve sonrası hazırlıkları uzun bir zamana yayıldı. Çok değerli ve işini iyi yapan insanların emeği var bu projede. Aksi halde gerçekleştiremezdim.
Videoyu üç kanaldan izlemek hem zamanda hem de mekânda bir kırılma yaratıyor ve videonun sonunda bu kırılmanın neye hizmet ettiğini anlayabiliyoruz. Bu seçiminiz ve videonun teması arasında nasıl bir ilişki var biraz anlatabilir misiniz?
Temelde üç ekranda eş zamanlı bir hikâye akıyor. İzlediğimiz iki hikâye ve bir manzara bir noktada birleşiyor ve asıl hikâyeyi başlatıyor: bizim hiçbir zaman sonunu ve başını bilemeyeceğimiz hikâyeyi. Buradaki ekranlar için pencereler demek yanlış olmaz. Birbirine mesafeli, birbirinden bağımsız hikâyeler ilerlerken bakışımızı bir an genişletiyor ve ‘büyük resmi’ görüyoruz: görmeyi tercih etmeyeceğim bir resim. Videonun üç kanalda gösterilmesinin bir sebebi de izleyicinin istediği hayatı izleyebiliyor olması. Bu anlamda seyirciyi bir devamlılığa mecbur bırakmıyor.
Videoda gördüğümüz protagonistler hakkında fazla bilgiye sahip değiliz ama onların hayatının küçük bir kesitine şahit oluyoruz. Bu anlamda Evim Evim Güzel Evim sizin için neye dair bir video?
Evet, pek tanıdığımız söylenemez bu iki kadını. Kim olduklarına, nereden gelip ne yöne gittiklerine dair bir fikrimiz yok. Kendileri de bilmiyor artık. Sıradan bir günde yedi dakikalık bir bölümünü izliyoruz hayatlarının. Kullandıkları eşyalar, nesneler, yaşadıkları yeri düzenlemeleri – tüm bunları görünce ne olursa olsun yaşamak, yaşatmak isteyenlere dair bir video benim için. ‘Neden buradan geçiyorlar, nereye gidiyorlar ya da en önemlisi bir yere gidiyorlar mı? Gidecek bir ‘yer’ var mı?’ gibi soruların etrafında dolaşan bir kurmaca. Tüm sıkışıklık içinde hâlâ hayatlarına devam eden birbirinden bağımsız iki kadın ilerliyor ama bir yere vardıklarını düşünmüyorum henüz – durduklarını da...
Daha önceki işlerinize baktığımızda buluntu nesneleri bir araya getirerek işler ürettiğinizi görüyoruz, burada da mekanların birbirine eklemlenmesi söz konusu. Genel sanat pratiğiniz içinde bu iş nereye oturuyor?
Pratiğimin içinde çok farklı bir yere denk düştüğünü söyleyemem. Evet birbirinden farklı malzeme ve anlatım türleriyle çalışıyorum. Heykel, fotoğraf, hazır nesne, video... Geçmişten bugüne üretilen işleri düşündüğümde genel bir kolaj hissi ağır basıyor. Buluntu iki nesnenin bir araya gelmesi, buluntu ve üretilmiş nesnenin bir araya gelmesi... Bir araya getirme durumu var. Bu iş, kurmaca kısmında, iki yaşamı bir araya getiriyor. Nesne olaraksa senin söylediğin gibi mekânları birbirine bağlıyor.
Göç, hareketlilik ve ‘ev’ kavramının giderek muğlaklaşması, içinde bulunduğumuz dönemin ruhu haline geldi. İşinizi bu zamanda İstanbul’da gösteriyor olmak sizin için ne anlama geliyor?
Projeksiyonların yansıtıldığı duvarın hemen arkasının deniz olduğunu bilmek; üstüne her geçen gün sevdiğim insanların teker teker gidişi... Hüzünlü gerçekten. Fakat bu çok kişisel nedenlerden dolayı böyle benim için. İki kadının hikâyesini çok kısa izleyebiliyoruz ve bu izlediğimiz yer de Boğaz. Yani sanki bu iki insan geçen haziran ayında Boğaz’dan geçip gitti ve ben bu şehirde yaşayan biri olarak o geçişin bir yedi dakikalık bölümüne şahitlik etmişim gibi.
Sanatçı Xiao Yu’nun bienalde sunduğu performatif yapıtı Zemin (2014/17) kapsamında İstanbul’un kuzeyindeki Gümüşdere’den İstanbul Modern’in bahçesine getirilen Boncuk adlı bir eşek, açılış haftasında aralarında İstanbul’daki kişisel sergisinin açılışı için şehirde olan sanatçı Ai Wei Wei’nin de bulunduğu bienal misafirleriyle birlikteydi.
Boncuk, 15 Eylül Cuma sabahı gerçekleşecek son performansının ardından köyüne geri döndü. Onu çiftliğinde ziyaret eden veterineri, sağlık durumunun iyi olduğunu bildirdi. Performansın video kaydı, bienal boyunca İstanbul Modern’de izlenebilecek.
Xiao Yu’nun Zemin başlıklı performansı, yaygın ve tehlikeli bir şekilde devam ettiği halde kent sakinleri için giderek görünmez hale gelen ekolojik ve antropolojik süreçler zincirinin bir halkası olarak, belli bir çalışma ediminin doğrudan bir ifadesi. Yu, yapıtında, doğa ile tarım arasındaki karşılıklı bağımlılık ve evcilleştirilmiş hayvanlar ile onların insanlarla ilişkisinin yanı sıra emek kavramını da konu ediniyor. Yu’ya göre işin ekolojik kırılganlığın vardığı boyutları gözler önüne serdiğini düşünmek mümkün.
Boncuk bir haftada neler yaptı?
Xiao Yu’nun yoğun ilgi gören performansında, günün belirli saatlerinde iki Çinli çiftçi, Boncuk ile saban sürdü ve vakit geçirdi. Boncuk 11 Eylül Pazartesi günü İstanbul Modern’e gelmiş olsa da Çinli çiftçiler ve İKSV ekibiyle tanışıklığı üç hafta öncesine dayanıyor.
İki Çinli çiftçi ve İKSV destek ekibinden iki kişi olmak üzere toplam dört kişi hazırlık döneminde üç hafta boyunca her gün çiftlikte ve ardından İstanbul’da eşekle vakit geçirdi; geleneksel saban yöntemiyle toprak sürdü. Bu süreçte başta Çinli çiftçiler ve İKSV ekibi olmak üzere herkes onu çok sevdi ve ona Boncuk adını verdi. İş kapsamında Boncuk, sadece istediği zamanlar toprağı sürdü, çalışmak istemediği zamanlarsa performansa ara verildi; kısacası performansın akışını Boncuk belirledi.
Boncuk’a yemesi için düzenli olarak taze ot ve sap alındı; ancak Boncuk’un tercihi çoğunlukla kuru saptan yanaydı. Boncuk bienalde geçirdiği vakit boyunca meyve yemekten de vazgeçmedi; her gün havuç, bazı günler ise elma, armut, kuru üzüm gibi sevdiği meyvelerle beslendi. Boncuk’un İstanbul Modern’in bahçesinde sürdüğü toprağın arkasında bulunan 50 metrekarelik yuvasında, sıcak havalarda serinlemesi için iki adet de vantilatörü vardı.
Boncuk’a gündüz saat 10.00-18.00 saatleri arasında Çin’den gelen çiftçiler, 18.00-10.00 saatleri arasında ise Türkiye’den iki çiftçi vardiyalı olarak 24 saat boyunca eşlik etti. Performans olmadığı zamanlar İstanbul Modern’in bahçesinde sık sık dolaşmaya çıkarılan Boncuk bir haftalık seyahati boyunca ilgi ve sevgi odağı oldu, pek çok fotoğrafta poz verdi. Boncuk’un sağlığı da ihmal edilmedi. İstanbul Modern’de konakladığı süre boyunca Boncuk’a aralıklarla refakat eden veterinerin gözlemi de, Boncuk’un mutluluğunun fiziksel sağlığına yansıdığı yönündeydi.
Kısacası bienal döneminde Boncuk’a çok iyi bakıldı; gerek İKSV ekibi gerekse kadim bir tarım toplumu olan Çin’den gelen deneyimli çiftçiler onun hep üzerine titredi.
Elmgreen & Dragset’in sanatçı Xiao Yu’nun Zemin isimli çalışması hakkındaki görüşleri
Halk eğlencesi veya sanat için hayvanlara kötü davranılması konusunda duyulan her türlü endişeyi anlıyor ve gösterilen hassasiyeti de son derece ciddiye alıyoruz. Hayvanların kafese kapatılmalarının, doğalarına ve esenliklerine aykırı şekilde sömürülmelerinin kabul edilemez olduğunu düşünüyor; bu davranışlara tepki gösterilmesi gerekliliğine katılıyoruz.
İstanbul Bienali’nde yer alan sanatçı Xiao Yu’nun Zemin isimli çalışmasındaki eşekten ise ne doğasına aykırı numaralar yapması beklendi, ne de ona komik giysiler giydirildi; bilakis eşeğe son derece saygın ve ilgili davranıldı. Eşekle beraber çalışan iki Çinli çiftçi hayvanı tanımak için onunla yeterli vakti geçirdi ve bağ kurdu. Eşek dinlenmek için fazlasıyla zamana sahipti, iyi beslendi ve ona iyi bakıldı.
Xiao Yu’nun Zemin isimli çalışması, insanlar ve hayvanların yüzyıllardır nasıl bir arada varoldukları, bugün hayvanlarla nasıl birlikte yaşadığımız gibi tartışmalara önemli bir katkı sunuyor. Kır ve şehir hayatı arasındaki ilişkinin hızla değiştiği günümüzde bu iş, geleneksel çiftlik üretiminden, maalesef dünyadaki pek çok ülke gibi Türkiye’de de giderek yaygınlaşan ve yıkıcı sonuçlar doğuran kâr odaklı, büyük ölçekli tarım endüstrisine geçişte yaşam biçimlerinin uğradığı değişime ayna tutuyor. Maalesef, son yıllarda insanların yayılmacılığı ve hayvancılığın artarak endüstriyelleşmesiyle çiftlik hayvanlarının koşulları da giderek kötüleşti.
Zemin’de eşek, sadece toprak sürmek gibi geleneksel bir tarım uygulamasının parçası oldu – bu eylem farklı olarak yalnızca, İstanbul’un merkezine, kentsel bir bağlam içerisine taşındı; işin amacı da zaten kır ve kent arasındaki dengesiz ilişkiye ve giderek artan sürdürülebilir tarım ve hayvancılık ihtiyacına bu yöntemle dikkat çekmekti.
İstanbul Modern’de meraklı gözlerden uzakta dinlenebilmesi için özel olarak inşa edilen saman dolu bir barınakta kalan eşek, konakladığı süre boyunca hiç bir zaman çalışmaya zorlanmadı. Eşek toprağı sürmeyi istemediğini belli ettiğinde serbestçe dinlendi, yemek yedi ya da barınağına çekildi. Projenin en başından beri profesyonel bir veteriner eşeği her gün kontrol etti. İstanbul Modern’in önündeki bu dış mekânda yaşadığı kısa süre boyunca eşeğin yaşam şartlarının, günümüz çiftlik hayvanlarının çoğundan daha iyi olduğunu, ona çoğundan daha iyi bakıldığını söylemek mümkün. Bu kısa sürenin ardından eşek çiftliğine geri döndü ve şu an da sağlığı yerinde.
Bu işin hayvan hakları konusunda gündeme getirdiği tüm tartışmaları memnuniyetle karşılıyoruz.
Elmgreen & Dragset
İstanbul Kültür Sanat Vakfı, düzenlediği tüm etkinliklerde olduğu gibi İstanbul Bienali’nde de sanatçılara ve küratörlere üretimlerini sergilemeleri için özgür bir platform sunmayı hedeflemekte, sergilerin ya da sergide yer alacak yapıtların sanatsal içeriğine müdahalede bulunmamaktadır. Bu yaklaşım, bienalde yer alan ve farklı canlıların katılımlarını içeren işler için de geçerlidir. İKSV, işlerin sergilenme sürecinde canlılar için en iyi koşulları sağlamak, süreçten zarar görmemeleri için mümkün olan tüm önlemleri almak ve sergilenen tüm eserlerin gerekli uluslararası belge ve izinlere sahip olmasını sağlamak sorumluluğundadır. 15. İstanbul Bienali’ndeki eserlerin etrafında gelişen, hayvan hakları konusunda gündeme gelenler de dahil tüm tartışmaların önemli olduğunu düşünüyor ve hepsini memnuniyetle karşılıyoruz. 15. İstanbul Bienali küratörleri de, halk eğlencesi veya sanat için hayvanlara kötü davranılması konusunda duyulan her türlü endişeyi anladıklarını ve gösterilen hassasiyeti de son derece ciddiye aldıklarını, hayvanların doğalarına ve esenliklerine aykırı şekilde sömürülmelerinin kabul edilemez olduğuna inandıklarını dile getirdi.
İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından Koç Holding sponsorluğunda 16 Eylül – 12 Kasım tarihleri arasında düzenlenen 15. İstanbul Bienali, Koç Holding desteğiyle şehre bir armağan bırakmaya hazırlanıyor. Bu sene 30. yaşını kutlayan bienal kapsamında dünyaca ünlü sanatçı Ugo Rondinone’nin 1999 yılında Taksim Meydanı’nda sergilenen gökkuşağı heykeli, Fatih Sultan Mehmet Köprüsü yakınındaki Mustafa Kemal Kültür Merkezi’nde İstanbullularla buluşuyor.
İstanbul Bienali ile 2007-2026 Bienal Sponsoru Koç Holding arasında yapılan yeni bir anlaşma çerçevesinde bu yıldan itibaren her bienalde İstanbul’a kalıcı bir eser bırakılacak. Bu projenin ilk sürprizi, 15. İstanbul Bienali’ne Gökkuşağı Şiirleri (1997–2017) serisinden Buradan Nereye Gidiyoruz? adlı neon heykeliyle katılan sanat dünyasının en renkli ve üretken isimlerinden Ugo Rondinone oldu. Ugo Rondinone’nin on sekiz sene önce, 6. İstanbul Bienali (1999) için ürettiği neon ışıklardan oluşan gökkuşağı heykeli Taksim Meydanı’nda sergilenmişti. İşin yeni bir düzenlemesi, bienalin otuzuncu yılında, 2004’ten beri İstanbul’un önemli kültür mekânlarından olan, Fatih Sultan Mehmet Köprüsü Avrupa yakası girişi yakınındaki Mustafa Kemal Kültür Merkezi’nin (MKM) çatısına yerleştirildi.
Rondinone’nin ikonik eseri Buradan Nereye Gidiyoruz?, Koç Holding’in desteğiyle İstanbul’da kalıcı olarak sergilenecek. Her gün Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nden geçen yüzbinlerce kişinin göreceği bu neon heykel ile İstanbul da Rondinone eserlerinin kamusal alanda sergilendiği dünya şehirleri arasında yerini alacak. Ugo Rondinone eserini “Niyetim, gece vakti ortaya çıkan bir gökkuşağının çelişkisiyle, kamusal alana şairane bir dokunuş getirmek" sözleriyle anlatıyor.
Eser sorduğu Buradan Nereye Gidiyoruz? sorusuyla yoldan geçenlere geleceklerini ve umutlarını düşündürmeyi hedefliyor. Karanlığın içinde beliren renkler olumlu bir mesajı veya bir umut habercisini temsil ediyor. Rondinone aynı zamanda kariyerinin başında İstanbul Bienali’nde sergilenen eserini tam 18 yıl sonra tekrar yerleştirerek bienalin ve şehrin belleğine de referans veriyor.
Ugo Rondinone kimdir?
Ugo Rondinone, 1964 yılında İsviçre’de doğdu. 1990 yılında Viyana Uygulamalı Sanatlar Üniversite’sinden mezun oldu. Kariyeri boyunca birçok ödüle layık görülen sanatçının işleri arzu, hasret ve algı gibi temalara yoğunlaşıyor. Aralarında resim, video, çizim, yerleştirme ve heykelin de bulunduğu bir dizi alanda üretimlerine New York’taki stüdyosunda devam ediyor. Birçok çalışmasında insan yaşamının monotonluğunu, gündelik hayatın sıradanlığını vurgulayan sanatçı gerçekliği olduğu gibi iletmektense onu şairane bir üslupla biçimlendirmeyi tercih ediyor. Sanatçının eserlerinin sergilendiği sanat kurumları arasında; The Garage, Moskova; Place Vendôme, Paris; Palais de Tokyo, Paris; Rockbund Art Museum, Şangay; Museum of Contemporary Art, Sidney, Avustralya sayılabilir. Rondinone, 2015 yılında Bomb Benefit Gala tarafından Onur Ödülü’ne layık görülmüştür. Rondinone, kamusal alanda sanat deyince ilk akla gelen sanatçılar arasındadır.
Koreograf, dans sanatçısı, akademisyen Tuğçe Tuna’nın 15. İstanbul Bienali kapsamında sunacağı Beden Damlaları eseri; kinestetik empatiye, bedenin biriktirdiklerine ve görünmeyen kayıplarına, bedenin zihinde ve mekânda ardında bıraktıklarına odaklanıyor.
Sanatçı birbirine komşu bedenleri hamamın birleştirici kubbesi altında bir araya getirerek, mekânın mimari özellikleri ve performans sanatçılarının yıldız haritalarından ilhamla koreografiyi oluşturuyor.
Koreografi gün ve saatleri
16-17 Eylül 2017, 17.30 ve 20.30
Bienal boyunca her cumartesi, 17.30 ve 20.30
Seyirci rezervasyonu rezervasyon.iksv.org adresinden yapılmaktadır.
Beden özdektir, iletkendir; yaşam döngüsünü iletir.
Beden sana ait olanı, önce ve sonranı biriktirir.
Beden hatırlar ve dönüştürür.
Bu döngü kozmik bir döngüdür.
Bedenin görünmeyen kayıpları vardır.
Beden de buharlaşır. Bedeni oluşturan her bileşen yıldızlarda bulunur, her beden bir yıldızdır.
T. Tuna, İstanbul, 2017
Konsept, Koreografi ve Yönetmen: Tuğçe Tuna
Performans Sanatçıları: Ekin Ançel, Pınar Akyüz, Koray Çivril, Gülçin Erdiş, Aybike İpekçi, Erdem Kaynarca, Melih Kıraç, Hilal Sibel
Pekel, Sinan Özer, Tuğçe Tuna
Ses Tasarımı: Tuğçe Tuna, Vahit Tuna
Işık Tasarımı: Utku Kara
Proje Prodüksiyon Asistanı: Yonca Hiç
Sahne Amiri: Lale Madenoğlu
İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından 2009’da Paris’in en köklü sanat kurumlarından Cité Internationale des Arts’da 20 yıllığına kiralanan Türkiye Atölyesi’ndeki misafir sanatçı programına katılmış beş farklı sanatçı Aylaklar sergisinde bir araya geliyor. 13 Eylül’de Fransız Kültür Merkezi’nde açılacak ve 3 Kasım’a kadar devam edecek serginin küratörlüğünü İstanbul Bienali Direktörü Bige Örer üstleniyor.
Koordinasyonunu İKSV’nin üstlendiği Paris Cité des Arts’daki Türkiye Atölyesi’nde farklı zamanlarda çalışan beş kadın sanatçının işlerinden oluşan Aylaklar sergisinde Aslı Çavuşoğlu, İnci Furni, Güneş Terkol, Yasemin Özcan ile İz Öztat & Zişan’ın “aylaklık”tan yola çıkarak yarattığı işleri yer alacak.
Sergiye katılan sanatçıların, içinde yaşadıkları stüdyonun yanı sıra kentle kurdukları etkileşimlerden yola çıkarak oluşturdukları sergide “yürümek” eylemi belirleyici bir rol oynuyor. Yürümeyi, felsefi, coğrafi, manevi, toplumsal, siyasi ve edebi anlamda sorgulayan sanatçılar, şehrin farklı köşelerini, sokaklarını arşınlamayı sıradışı bir deneyime dönüştürerek, aylakların karşılarına çıkan beklenmedik durumlara tanıklık etmelerini sağlıyor ve yürüyüş güzergâhını bir belleğe dönüştürüyor. Yürüme üzerine farklı kuşaklardan ve coğrafyalardan oluşan zengin bir literatürden hareketle gelişen Aylaklar sergisinin asıl odak noktası 19. yüzyılda Paris’te Fransız edebi kültürünün önemli bir figürü olarak ortaya çıkan ve daha sonraki yıllarda da zamanüstü ve evrensel bir karaktere bürünen “aylak” figürü.
Aylaklar sergisinin açılış gecesinde, saat 19.30’da, Yasemin Özcan "Flanöz’ün Kalbi" isimli bir sunum performans gerçekleştirecek. Oğuz Erdin, Güçlü Öztekin ve Güneş Terkol’un yeni grubu GuGuOu da açılış programına aynı gece saat 20.15’de sergileyecekleri, şehirde yürüme, kaybolma ve aylaklık üzerine geliştirdikleri performansla katılacak.
Serginin Özge Güven tasarımıyla hazırlanan kitabında, Bige Örer’in sergiyle ilgili yazdığı giriş metni ve Fatih Özgüven’in Türkçede yazan kadın edebiyatçıların aylaklık deneyimleri hakkında yazdığı metne ek olarak Özge Ejder’in sanatçılar ve küratör Bige Örer ile birlikte gerçekleştirdiği bir söyleşi metni de yer alıyor.
İstanbul Fransız Kültür Merkezi’nin güvenlik önlemleri gereğince sergiyi gezmeden önce bir kayıt formunun web sayfası üzerinden doldurulması gerekiyor. Kayıt yaptırmak için buraya tıklayın.
Haber ve fotoğraf: Nora Tataryan
Bu seneki İstanbul Bienali’nin teması iyi bir komşu. Bienaldeki işlerin tamamını bu konuyla ilişkilendirmek ve farklı okumalar yapmak mümkün. Bunun yanı sıra, yan yana sergilenen eserlerin birbiriyle etkileşimi sonucu yarattıkları yeni anlam dünyaları da söz konusu. İstanbul Modern’de bulunan Latifa Echackhch’ın Silinen Kalabalık (Crowd Fade) adlı enstalasyonu ve Yonamine’in kolajları bu diyaloğun en iyi örneklerinden. Bu iki işin ortak özelliği tahrip edilmiş olmaları. Dolayısıyla eserler, geleneksel sergileme yöntemlerine bir alternatif sunmakla kalmıyor, aynı zamanda izleyicilerini bu tahribat eylemi üzerine düşünmeye de sevk ediyor.
Hayatı boyunca Angola, Portekiz, Fransa, Almanya ve Zimbabwe gibi bir çok ülkede yaşamış olan Yonamine’in çok katmanlı kolajları büyük kentlerin sokaklarında sıkça görmeye alışık olduğumuz, yırtılmış ve yerinden sökülmüş posterlerden oluşuyor. Sömürgecilik, kentsel dönüşüm, popüler kültür ve ırkçılık eleştirisi gibi bir çok öğeyi içinde barındıran kolajların çoğu, sanatçının kendi tasarımlarından veya buluntu malzemelerden oluşuyor. Yonamine, gazete kâğıdı üzerine siyah çini mürekkebiyle elde ettiği bu baskıları tıpkı sokakta başlarına geleceği üzere, yok ediyor. İşin, izleyiciyle buluşan son halinde belli belirsiz okuyabildiğimiz posterler üzerinden hem ifade özgürlüğünü hem de sansürün şiddetini duyumsuyoruz. Sanatçı, İstanbul Bienali için özel olarak ürettiği bu işi şu cümlelerle açıklıyor:
Bu bir kaos aslında: ilhamını sokaktan, posterlerden alan bir iş. İstanbul’da nasıl bir etki yaratacağını da merak ediyorum açıkçası, çünkü kendi ülkemdeki, Avrupa’da ve Asya’daki problemlere değiniyorum bu enstalasyonda. Basit malzemelerle iş yapmayı çok seviyorum. Önce yapıp sonra yok etmek de bunun bir parçası. Bu posterleri şimdi sokağa assanız yirmi dakika içinde yok olurlar. Bu anlamda emek verip yaptığım bir işi yok ediyorum aslında. Benim hayatta en çok önem verdiğim şeylerden biri ifade özgürlüğü. Ben konuşarak iletişim kuran bir insanım ve işimde de bunu yansıtmaya çalışıyorum. Yapıp yıkmak da bunun bir parçası.
Marcel Duchamp ödüllü Latifa Echakhch ise İstanbul Bienali için tasarladığı enstalasyonda protesto kültürünü alışık olmadığımız bir formda karşımıza çıkarıyor. Kendi deyimiyle Fransa’da bir direniş geleneğinin içinde yetişen sanatçı, bu işinde sokak eylemlerini resmettiği freskleri imha ederek hayal ve gerçek arasında bir dünya yaratıyor. İstanbul Modern’in karşılıklı iki duvarını kaplayan Silinen Kalabalık (Crowd Fade) sokak ve direniş kavramlarının tarihine ve köklülüğüne işaret etmekle kalmıyor, aynı zamanda sokağın politik potansiyelini de açığa çıkartıyor. Bu görüntüler, Echakhch’ın deyişiyle belli bir şehre ya da bağlama ait olmamakla beraber bir rüya sahnesi kadar akışkan ve fresk estetiğinin işaret ettiği kadar da eski.
Echakhch ve Yonamine’in işlerinin komşuluğu kıymetli, zira her iki iş de eleştirdiği veya dahil olduğu kültürü tamamen göstermeden yeni bir anlam dünyası yaratıyor. Sanatçıların yok ederek yarattığı eserler, bienal sonuna kadar İstanbul Modern’de görülebilir.
Haber ve Fotoğraf: Nora Tataryan
İyi bir komşu, siz hastayken size yemek yapar mı? Komşu bir ülkeden midir? Sizinle aynı gazeteyi mi okur? Daha yeni taşınmış birisi midir? Bu yıl 15’incisi düzenlenen İstanbul Bienali’nin kentin sokaklarına yayılmış afişlerindeki metinlerden de anlıyoruz ki, insan merkezli dünyamızda "komşu" denince akla ilk gelen genelde bir insan oluyor. Bienal boyunca sergilenecek eserlerin bu algıyı dağıtacağı ve bize yeni sorular sorduracağı muhakkak. Bienale paralel olarak düzenlenen kamusal program da benzer bir saikle komşu kavramını alışıldık çağrışımlarının dışına çıkartıp yeni bir tartışma zemini yaratmayı hedefliyor. Sanatçı Zeyno Pekünlü’nün koordinatörlüğünü üstlendiği program farklı alanlardan araştırmacı, aktivist ve müzisyenlerin katılımıyla iyi bir komşu temasını aynı zamanda disiplinlerin komşuluğu olarak okumamıza vesile olacak. İki ay boyunca düzenlenecek etkinlikler dizisinin arkasında yatan düşünsel zemini Pekünlü şöyle açıklıyor:
İyi bir komşu temasını çok yalın bir tema gibi gözüküyor ama aslında çok yüklü bir konu. Hele Türkiye bağlamında, sınır komşuları ve ülkenin kendi ağır tarihi ve belleği düşünüldüğünde bu daha da katmanlı bir hâl alıyor. Tabii komşu denince, bunun insanların kafasında nostaljik bir konotasyonu oluyor. Diğer yandan son üç dört senede mahalle forumları, oralardan çıkan sosyal merkezler, mültecilere birlikte çalışan kurulumlar sayıca fazlalaştı. Ben de komşu kavramının tüm bu anlamlarını kesecek şekilde tahayyül etmeye çalıştım ve son beş senedir ne konuşuyoruz, önümüzdeki beş sene ne konuşacağız bunları düşündüm ve iki hat etrafında sınırlandırmaya karar verdik Kamusal Program’ı: ’seçilmiş aileler’ ve insan olmayan komşularımız ile paylaştığımız ’müşterek kader’.
Kamusal Program’ın açılış sempozyumumda Toronto Üniversitesi’nden Sahrzad Mojab kendi deneyiminden yola çıkarak şiddet ve kadın bedeni üzerinden bir göç okuması yaparken, Joseph Massad çok kültürlülüğün liberal tezahürlerini eleştirdiği bir konuşma, Şükrü Argın ise ulusal sınırlar içinde ve dışında çizdiğimiz sınırlardan bahsedeceği bir sunum gerçekleştirecek.
Kapanış sempozyumunda yer alacak isimler arasında ise hem kentte hem kırda müşterekleştirme pratikleri üzerine araştırmalar yürüten Massimo de Angelis, Stavros Stavrides ve Ayfer Bartu Candan yer alıyor. Program kapsamında Kadir Has Üniversitesi öğretim görevlilerinden Ezgi Tuncer göç ve yemek üzerine farklı ülkelerden davetli şeflerin birlikte yemek pişirecekleri ve sohbet edecekleri bir atölye gerçekleştirirken, akademisyen Sezai Ozan Zeybek kent tarihiyle köpeklerin tarihini birlikte okuduğu bir sunumla programa katkı sunuyor. Evrim Hikmet Öğüt’ün düzenlediği atölyede ise İstanbul’un göçmen ve yerleşik müzisyenleri bir araya gelerek doğaçlama bir performans sergiliyor. Çukurcuma Kolektifi ise İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın, yer aldığı Deniz Palas’ın alt katında oluşturduğu yeni serbest mekânda okuma günleri düzenliyor. Hamiş Suriye Kültür Merkezi ve Goethe Enstitüsü işbirliğiyle düzenlenen atölyede ise Suriyeli genç sanatçıların yardımıyla kendi süper kahramanlarını yaratacaklar.
Kamusal Program etkinliklerinin ayrıntıları için buraya tıklayın.
Pek çok kültür kurumunun işbirliğiyle dünyanın farklı kentlerine asılan iyi bir komşu billboardları’nın bir durağı da Bulgaristan’ın Plovdiv kentiydi. İşbirliği için Goethe Institut’e ve değerli desteği için Plovdiv 2019’a teşekkür ederiz.
Volkan Aslan (d. 1982, Ankara, Türkiye) İstanbul’da yaşıyor. Volkan Aslan Mersin Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde resim eğitimi aldı. Kişisel sergileri arasında Mükemmel Gün, Pi Artworks, İstanbul (2015), Henüz Yaşanmamış Bir Gün [A Day Not Yet Lived], Pi Artworks, Londra (2014), Hatırlamayı Unutma, Arter, İstanbul (2013) bulunuyor. Ayrıca çalışmaları şu toplu sergilerde yer aldı: Liman, İstanbul Modern (2017); İstanbul. Tutku, Neşe, Öfke [Istanbul. Passion, Joy, Fury], Maxxi Museum, Roma (2015); Seyyar Müze, İstanbul (2014); Anne, ben barbar mıyım? [Mom, Am I Barbarian?], 13. İstanbul Bienali (2013). Aslan aynı zamanda İstanbul’da kâr amacı gütmeyen bağımsız bir sanat mekânı olan 5533’ün kurucularından biri.
Haber ve fotoğraf: Nora Tataryan
Alejandro Almanza Pereda, işlerini Meksika-New York hattında üreten ve bu hareketliliği eserlerine de yansıtan bir sanatçı. Fotoğrafları ve heykelleriyle tanıdığımız Pereda 15. İstanbul Bienali’ne 2010’den beri ürettiği Horror Vacui (Boşluk Korkusu) serisiyle katılıyor. Doğa-insan ilişkisi üzerinden özel ve kamusal alan arasındaki gerilimi konu alan enstalasyonda, anonim doğa resimlerinin beton duvarlar tarafından ele geçirildiğine şahit oluyoruz. Pereda’yla 12 Kasım’a kadar Pera Müzesi’nde sergilenen işini, üretim pratiğini ve sanatın rahatsız edici yapısını konuştuk.
15. İstanbul Bienali’ne nasıl dahil oldunuz? Projenizin gelişim sürecinden bahseder misiniz?
Bienale küratörler Ingar ile Michael tarafından bizzat davet edildim. Berlin’de buluştuk. İstanbul, Berlin ve genel anlamda şehir kavramı gibi pek çok konudan bahsettik. Bu çalışmamla bienale katılmamı teklif ettiler. Daha önce bu denli kararlı kişilerle çalışmamıştım; hemen konuya girdiler. Böylesi sanatçı için çok daha iyi. Bana “ne istersen yapabilirsin” demediler. Ne istediklerini biliyorlardı, bu da benim işimi kolaylaştırdı. Başka bir görüşmemiz olmadı. Bu çalışma önceden başka mekânlarda da sergilenmişti ama her seride kullandığım tablolar farklı olduğundan iş de her sefer farklı oluyor.
Bu çalışmanızı nasıl tarif edersiniz? Nereden ilham aldığınızı ve bienalin iyi bir komşu teması ile nasıl bir bağlantısı olduğunu anlatır mısınız?
Bu çalışmanın konusu, doğayı nasıl gördüğümüz ama bundan da önemlisi, nasıl parçalara ayrılmış bir şekilde gördüğümüz. Doğayı hep dışarıda görüyoruz ama benim çalışmamda kullandığım resimler insanların duvarlarında görmeye alışık olduğumuz güzel manzara tabloları. Bu güzelim tabloları götürüp dünyadaki en yapay ortama asıyoruz: oturma odalarımıza! Oturma odalarımız kendimizi rahat ve doğadan uzak, güvende hissettiğimiz yerler. Bu barınaklara ihtiyacımız var, çünkü onlarsız hayatta kalamayız. Böyle düşününce de doğanın etrafını duvarlarla çevirmiş olmamız bana ilginç geliyor. Bence doğa bizi büyülüyor. Dışarıda olma isteği duyuyoruz ama duvarlar arasında kalmamız gerek. Bu çalışma aslında içerisi ile dışarısı arasındaki bu gerilimi konu alıyor. Bir başka unsur ise tablonun duvara olan gereksinimi. Büyük müzelerde kocaman tabloları duvarlarda asılı hâlde görürüz. Duvara duydukları bu gereksinim, son zamanlarda tabloları heykel gibi görmeye başlamama sebep oldu. Tabloların müzelerde sergilenebilmek için duvarlara ihtiyaçları var; tıpkı bizim de duvarlara ihtiyacımız olduğu gibi. Tablo duvara gereksinim duyacağına, duvar tabloya gereksinim duysa ne olur? Ben bunu düşündüm ve böylece duvarı tabloya dâhil ettim. Bienalin temasını da göz önünde bulundurursak, bu çalışmamın konusunu betonla doğa arasındaki gerginlik olarak yorumlayabiliriz. Bir başka boyutu ise, gereksinim.
Bu tablolar sizin eseriniz olan orijinal çalışmalar mı?
Açık konuşmak gerekirse ben fırça bile tutamam. Bu tabloları ikinci el dükkânlarından bulup derliyorum; pek çoğunun sanatçısı bilinmiyor. Bu yıl, tabloları bulmam konusunda bienal ekibi bana yardımcı oldu, dolayısıyla bu yılki tablolar İstanbul’dan. Şansımız yaver gitti de serideki bu üç tabloyu bulabildik, normal şartlar altında bulması zor ve çok ağırlar. Müzede alçıya batırılacaklar, Pera Müzesi’ne yeni bir bölüm eklenmiş gibi olacak. Göze hitap eden duvarlar olmadıklarının farkındayım; modernistler ama güzel görünümlü değiller.
Çalışmalarınız çoğunlukla nesnelerin ilişkiselliğini keşfe çıkar türden. Heykellerinizde ise gündelik hayatta kullandığımız eşyaların birbirine ampullerle bağlanması yoluyla denge ve gerginlik kavramlarını işliyorsunuz. Bu çalışmanız, sanatınızın geneliyle nasıl bir ilişki içinde?
Benim çalışmalarım maddesellik, fizik, maddeler ve nesnelere dair algılarımız ve varsayımlarımız üzerine. Varsayım ve kıymet; nesneleri bu iki kavram üzerinden değerlendiriyoruz. Bir nesneyle aramızdaki ilişki onun maddeselliği üzerine kurulu olsa da bununla sınırlı değil. Örneğin; plastikten yapılma bir nesne size babanızın hediyesidir, bu yüzden sizin için kıymeti ederinden çok daha fazladır. Ben çalışmalarımda madde ve kıymet arasındaki gerginliğe dikkat çekmek istiyorum. Bu anlamda çalışmalarımın konusu, yıkıma uğrayan nesnede bir güzellik bulmak olarak da düşünülebilir. Bir tablonun değeri ve güzelliğiyle ilgili belirli fikirlerimiz var; işte ben bu seride onları beton bir duvarla yıkıyorum. Çalışmalarım agresif; göze hoş görünen parçalar değiller. Ben bakanı hoşnut bırakmaktan değil, ona kafa tutmaktan hoşlanan bir sanatçıyım.
Sanatçı Pereda’nın İstanbul’dan topladığı ve kime ait olduğu bilinmeyen doğa resimlerini betona batırarak ürettiği işlerden biri, Pera Müzesi’nin Oryantalist Resim Koleksiyonu sergisinde yer alan bir tablo ile değiştirildi. Pereda’nın ürettiği diğer eserler ise bienal açıldıktan sonra görülebilecek. Tablo, fotoğraf ve heykelleriyle tanınan sanatçının 2010’dan bu yana ürettiği Boşluk Korkusu serisinin bir devamı.
Fotoğraflar: Poyraz Tütüncü
Haber ve fotoğraf: Nora Tataryan
15. İstanbul Bienali’nde kamusal mekanda sergilenen işlerden biri de seramik ve desen çalışmalarıyla tanıdığımız Burçak Bingöl’e ait. Sanatçı, Günebakan isimli serisinde son on yılda metropol hayatının alışılageldik imgeleri arasına giren güvenlik kameralarını Beyoğlu bölgesinden topladığı bitki desenleriyle süsleyerek çağımız gözetleme kültürüne eleştirel bir yorum getiriyor. Bingöl, seramik malzemeden ürettiği kameraları şehrin çeşitli noktalarına yerleştirerek bu panoptik objeleri bizi gözetleyen aygıtlar olmaktan çıkartıp onları seyirlik birer sanat nesnesi haline getiriyor. Tersine çevrilen bu ilişkide, kameralar kent hayatını değil Beyoğlu’nun yok olmakta olan floral coğrafyasının kaydını tutuyorlar.
Burçak Bingöl sanat pratiğinde seramik ve süs motiflerini sıkça kullanan bir sanatçı. 2011’deki solo sergisi Nadireler Kabinesi için bir benzerini ürettiği bu seri, Bingöl’ün kendi deyimiyle yabancılaşma ve kolektif hafıza kavramları üzerinden sıradan objeleri sanatsal olarak işlevsel kılmayı hedefliyor. İlhamını İstanbul’dan alan kameraların ortaya çıkış öyküsü ise şöyle:
Bu işi, kişisel düzeyde başlayan bir yabancılaşma temasının İstanbul’la buluşması olarak tanımlayabilirim, Ankara’da yaşarken bu kadar kameraya maruz kalmıyordum, üniversitede araştırma görevlisiydim ve yeşille ormanla dolu bir hayatım vardı. İstanbul’a taşınınca bu durum değişti. Uzaktan bildiğin nesnelere doğrudan maruz kalmak ve her anının kayıt altında olduğunu bilmek farklı bir varoluş halini beraberinde getiriyor. Bu malzemeyi sofrada tabak çanak olarak ya da banyoda bir lavabo olarak görmeye alışığız. Dolayısıyla bu işte hem form hem materyal üzerinden çift taraflı bir yabancılaşma söz konusu. Kiç çiçek desenleri de oldum olası feminen yapıları bakımından ilgimi çekmiştir. Bu öğeler bir araya gelince izleyen-izlenen ilişkisini tersine çeviren bir sonuç çıktı ortaya. Normalde görmediğimiz türden bir şey, bu nedenle de bir farkındalık yaratıyor.
Bingöl’ün kameraları, bienal boyunca aralarında Kumbaracı 50, Pera Müzesi, Şimdi Cafe, LeBon Pastanesi, İstanbul Modern Sanat Müzesi gibi mekanların olduğu 20’yi aşkın noktada görülebilir. Elmgreen ve Dragset daha önce birbirine yakın sergi mekanlarının kendi içinde geçici bir mahalle ve dolayısıyla yeni bir gerçeklik oluşturduğunu söylemişlerdi. Bu yeni gerçeklikte, "gözetlemeyen" kameralarla dolu bir mahallede, Burçak Bingöl’ün işi düşünmemize vesile oluyor: "İyi bir komşu, bizi gözetlemeyen bir komşu mudur?"
İstanbul Bienali ile T24 işbirliği çerçevesinde psikanalist, tarihçi, edebiyatçı, mimar, sanatçı, müzisyen pek çok yazar, her pazartesi günü iyi bir komşu hakkında yazıyor. T24’ün 15. İstanbul Bienali’ne ayırdığı özel köşesinde Mart ayından bugüne kadar yayımlanan yazılara, aşağıda yer alan başlıklara tıklayarak ulaşabilirsiniz.
İyi Bir Komşu: Dokuzyüzonbir
M.K. Perker
Leştirmek ve leşmek
Deniz Gül
Komşu hakkındaki mahkeme kararları
Rita Ender
Komşu komşu hu, oğlun geldi mi?
Murat Meriç
Komşum insan değil
Sezai Ozan Zeybek
“İyi, kötü, çirkin” bir komşu
Yaşar Adnan Adanalı
İyi bir komşu hayat kurtarır
Alper Canıgüz
İyi bir komşu mu dediniz? Durun anlatayım
Aslı Perker
Bir Komşuluk Retrospektifi
Elif Kamışlı
Yoldaşımsın, öyleyse varım
Murat Alat
İyi Bir Komşu: Dokuzyüzonbir
M.K. Perker
İyi bir komşu iyi bir insan mıdır?
Yasser M. Dallal
Şişli’de bir apartıman
Murat Uyurkulak
Baklavanın gücü
Kaan Sezyum
Komşuluğun bir sinefile düşündürdükleri
Melis Behlil
İyi bir komşu seninle aynı müziği dinleyen birisi midir?
Melis Danişmend
İyi bir komşu sizin gibi yaşayan birisi midir?
Binnaz Toprak
Bir yaşamsal zorunluluk olarak komşuluk
Talat Parman
Komşuluk
Murat Belge
Komşuluk Alfabesi 2
Haydar Ergülen
Komşuluk Alfabesi 1
Haydar Ergülen
Sınır komşusu
Ertuğ Uçar
Olmayan komşu
Şebnem İşigüzel
Zoraki komşu
Anna Turay
Sükûnet apartmanında paltolama ve yalıtım işleri
Yasemin Özcan
Komşular arasında
Selçuk Orhan
Komşuluğun yeni halleri
Bekir Ağırdır
Gözün kayıp oyuğu
Sema Kaygusuz
Komşudaki anahtar...
Metin Solmaz
"En iyi komşu ölü komşudur!"
Barış Acar
Mainimiz var! Kimse bize gelmiyor
Leyla Bektaş-Ata
Yandı bitti kül oldu
Rober Koptaş
Komşu ev demekti...
Evren Balta
Mükemmel bir komşu nasıl kapıyı açar?
Süreyyya Evren
Siz de İKSV Ana Gişe, Pera Müzesi, İstanbul Modern ve belirli Biletix gişelerinden* afişlerinizi alarak pencerenize asabilir, iyi bir komşu’nun sorularını tüm mahallenizle paylaşabilirsiniz.
*Caddebostan Migros, Cevahir AVM, Kadıköy Sahne, Akmerkez Vakkorama, Beyoğlu Demirören AVM, Capitol AVM, Capacity AVM, İstinye Park, Forum İstanbul, Kanyon ve City’s Nişantaşı.
Sanatçı ikilisi Elmgreen & Dragset’in küratörlüğünde 16 Eylül-12 Kasım 2017 tarihleri arasında ücretsiz olarak düzenlenecek olan iyi bir komşu başlıklı bienalde, 32 ülkeden 55 sanatçının ev, mahalle ve aidiyet kavramlarını tartışmaya açan işleri sergilenecek.
15. İstanbul Bienali, İstanbul Modern, Galata Özel Rum İlköğretim Okulu, Pera Müzesi ve Küçük Mustafa Paşa Hamamı gibi daha önce de İstanbul Bienallerine ev sahipliği yapan mekânların yanı sıra Cihangir’deki ARK Kültür ile Asmalımescit’te yer alan Yoğunluk Sanatçı Atölyesi gibi konut özelliği taşıyan mekânlara yayılacak. Türkiye’den 10 sanatçının işlerinin yer alacağı bienal için 30 sanatçı yeni iş üretecek.
Küratörler Michael Elmgreen ve Ingar Dragset iyi bir komşu başlıklı bienali şöyle anlatıyor:
Komşunuz sizden oldukça farklı yaşayan biri olabilir. Ancak umuyoruz ki siz, son dönemde dünyadaki pek çok politikacının aksine ‘öteki’ korkunuzla etrafınıza çitler örerek baş etmiyorsunuzdur. 15. İstanbul Bienali’ndeki sanatçılar ev, mahalle, aidiyet ve müşterek yaşam hakkındaki fikirleri çeşitli perspektiflerden tartışmaya açıyor. İşlerden bazıları ev yaşamımızdaki hâl ve koşulların nasıl değiştiğini ve mahallelerimizin geçirdiği dönüşümü incelerken bazıları da günümüzün jeopolitik sorunlarının nasıl üstesinden geldiğimizi mikro ölçekte ele alıyor. Bienal sergiye davet edilen sanatçıların kişisel veya analitik ifadeleriyle biçimlenerek umutlarla hayallerin, hüzünle öfkenin, geçmişle bugünün birbirine karıştığı alanlar yaratıyor.
Sanatçı listesi için tıklayın.
15. İstanbul Bienali, iyi bir komşu kavramını dünyanın farklı şehirlerinde paylaşmak adına Uluslararası Billboard Projesi’ni başlattı. Proje kapsamında Lukas Wassmann’ın beklenmedik insan karşılaşmalarını yakaladığı fotoğraflardan titizlikle yapılmış bir seçki ve fotoğraflarla eşleştirilen iyi bir komşuya dair sorular, dünyanın farklı noktalarında billboardlara taşınıyor.
Pek çok kültür kurumunun işbirliğine dayanan Uluslararası Billboard Projesi, 27 Şubat’ta St. Patrick Festivali aracılığıyla İrlanda’nın Armagh, Ballynahinch, Belfast, Downpatrick ve Newry kentlerindeki 13 noktada açılışını yaptı. Projeyi sahiplenen diğer kentler arasında Moskova (Rusya), Sidney (Avustralya), Milano (İtalya), Ljubljana (Slovenia), Southhampton (Birleşik Krallık), Calgary (Kanada), Plovidv (Bulgaristan), Şikago (ABD), Seoul ve Gwangju (South Korea) yer alıyor. En son durakları Liverpool ve Manchester olan proje 2017 sonuna kadar devam edecek.
16 Eylül - 12 Kasım 2017 tarihleri arasında ücretsiz olarak gerçekleştirilecek, iyi bir komşu başlığını taşıyan 15. İstanbul Bienali, birbirine yürüme mesafesinde altı komşu mekânda ziyaretçilerini ağırlayacak.
Sanatçı ikilisi Elmgreen & Dragset küratörlüğünde düzenlenecek 15. İstanbul Bienali, ev ve mahalle kavramlarını pek çok açıdan ele alacak. Bienal sergileri bu yıl, İstanbul Modern, Galata Özel Rum İlköğretim Okulu, Pera Müzesi ve Küçük Mustafa Paşa Hamamı gibi daha önce de İstanbul bienallerine ev sahipliği yapan mekânların yanı sıra, Cihangir’deki ARK Kültür ile Asmalımescit’te yer alan sanatçı stüdyosu gibi konut özelliği taşıyan mekânlarda gerçekleşecek.
15. İstanbul Bienali mekânlarını incelemek için tıklayın.
15. İstanbul Bienali Kamusal Programı
İki ay boyunca ücretsiz olarak gezilebilecek 15. İstanbul Bienali’nde, birbirine komşu mekânlarda yer alacak serginin yanı sıra sanatçı Zeyno Pekünlü’nün koordinatörlüğünde bir kamusal program da düzenlenecek. Program çerçevesinde açılış ve kapanış haftasında gerçekleştirilecek sempozyumların haricinde, bienal kapsamında sorulan sorular etrafında düzenlenen tartışmalar, gösterimler, atölye çalışmaları ve katılımcıların birlikte yemek yapacağı, okuyacağı, müzik yapacağı düzenli etkinlikler yer alacak.
Kamusal Program’ın ayrıntıları için tıklayın.
27 Şubat – 12 Mart tarihleri arasında St. Patrick Festivali kapsamında Kuzey İrlanda’nın Armagh, Ballynahinch, Belfast, Downpatrick ve Newry kentlerindeki 13 farklı noktada açılışını yapan iyi bir komşu billboard projesinin ikinci evresi, EVA International ve Limerick City Gallery of Art işbirliğiyle hayata geçti. Limerick’te bulunan billboard’da Lukas Wassmann’ın bir fotoğrafına “İyi bir komşu daha yeni taşınmış birisi midir?” sorusu eşlik ediyor.
iyi bir komşu başlığıyla, sanatçı ikilisi Elmgreen & Dragset’in küratörlüğünde gerçekleştirilecek 15. İstanbul Bienali, ev ve mahalle kavramlarını pek çok açıdan ele alırken, iç mekânlardaki yaşam şekillerinin yakın tarihte geçirdiği dönüşümü de inceleyecek. Ev ve mahallelerin çeşitli kimliklere dair ipuçları barındırdığı ve kendini ifade etme aracı olarak işlev görebildiği fikrinden yola çıkan 15. İstanbul Bienali, iyi bir komşu’ya dair sorularınıManchester’dan Sydney’e, Havana’dan Delhi’ye dünyanın birçok farklı kentinde billboard’lar aracılığıyla tartışmaya açmaya devam ediyor.
İstanbul Bienali’nin birçok uluslararası kültür kurumunun işbirliğiyle hayata geçireceği billboard projesinde Lukas Wassmann’ın iyi bir komşu sorusunu düşündüren, beklenmedik karşılaşmaları yakaladığı fotoğraf işleri ile temaya dair çeşitli sorular eşleşiyor. 2017 yılının sonuna kadar dünyanın pek çok farklı kentinde sergilenecek billboard projesi, sanatçı Lukas Wassmann, küratörler Elmgreen & Dragset ve bienalin grafik tasarımcısı Rupert Symth işbirliğiyle hazırlandı.
Ev ve mahalle kavramlarının tüm dünyada nasıl bir değişim geçirmekte olduğunun altını çizmeye çalışacak billboard projesi sergileneceği kentlerde iyi bir komşu teması üzerine de bir diyalog başlatabilmeyi amaçlıyor.
15. İstanbul Bienali, dünyanın önde gelen dergilerinden ABD merkezli Newsweek tarafından "2017’de uğruna seyahate çıkmaya değecek beş sergiden biri" olarak gösterildi.
2 Ocak tarihli, Francesca Gavin imzalı haberde 15. İstanbul Bienali için şöyle denildi:
Türkiye’nin politik karmaşası İskandinav sanatçılar Elmgreen ve Dragset’i Eylül ayında İstanbul Bienali’ni gerçekleştirmekten alıkoymayacak. İşbirliği fikrine dayanan projeleri, sunum ve arşive duydukları merakı yansıtacak gibi görünüyor.
Derginin 2017 yılında mutlaka görülmesi gereken sanat sergileri listesinde 15. İstanbul Bienali’nin yanı sıra Tokyo’daki Mori Art Museum’daki N.S. Harsha retrospektifi, bu yıl Kassel’le birlikte Atina’da da gerçekleştirilecek Documenta 14, Nisan ayında Venedik’te Punta della Dogana and Palazzo Grassi’de yer alacak Damien Hirst ile Paris’te Palais de Tokyo’da Ekim ayında başlayacak Camille Henrot sergileri bulunuyor.
Newsweek’in haberine buradan ulaşabilirsiniz.
15. İstanbul Bienali, 16 Eylül-12 Kasım 2017 tarihleri arasında ücretsiz olarak gerçekleştirilecek.
15. İstanbul Bienali küratörleri Elmgreen & Dragset tarafından iyi bir komşu olarak belirlenen bienalin başlığı 7 Aralık sabahı Salon İKSV’de düzenlenen bir basın toplantısıyla duyuruldu. Basın toplantısı, yaşları 8’den 84’e uzanan 40 kişinin iyi bir komşu hakkında sorular sorduğu bir performansla başladı. İstanbul Bienali Direktörü Bige Örer’in açış konuşmasının ardından 15. İstanbul Bienali’nin küratörleri sanatçı ikilisi Elmgreen & Dragset bienalin başlığını ve kavramsal çerçevesini açıkladı.
iyi bir komşu, ev kavramını farklı açılardan ele alacak: gündelik deneyimler yoluyla davranış rutinlerinin ve değerlerin oluştuğu bir alan olarak tanımlanan ev, aynı zamanda bir aidiyet — bir ’kök salmışlık’ — duygusunu ortaya çıkaran bir yer. Bu sergi, özel alanlarla ilişkilenen farklı yaşam tarzlarını ve içinde yaşayanlar olarak bizlerin evdeki alanları en iyi şekilde kullanma ve kişiselleştirme biçimlerimizi araştıracak. Böylece, evin nasıl da farklı kimliklere dair ipuçları barındırabileceğini ve tarih boyunca kendini ifade etmenin bir aracı olarak nasıl işlev gördüğünü inceleyecek.
Küratörler Michael Elmgreen ve Ingar Dragset
Basın toplantısı boyunca sanatçı Ali Taptık’ın, İstanbul’da ürettiği farklı serilerinden, Elmgreen ve Dragset’in iyi bir komşu çerçevesiyle ilişkili seçtiği fotoğraflar ekranda yer aldı. Ayrıca 15. İstanbul Bienali’nin, grafik tasarımcısı Rupert Smyth’in birçok sanatçıyla beraber hazırladığı açık hava tanıtım kampanyasının görselleri de ilk defa basın toplantısında gösterildi. İngiltere’den Brezilya’ya Almanya’dan ABD’ye birçok farklı yerdeki kültür kurumlarının işbirliğiyle gerçekleştirilecek bu uluslararası kampanya, ev ve mahalle kavramlarının tüm dünyada nasıl bir değişime uğradığının altını çizecek.
15. İstanbul Bienali’nin basın ön izlemesi 12-15 Eylül 2017 tarihlerinde gerçekleştirilecek. Farklı mekânlara yayılacak bienalde sergilerin yanı sıra performanslar, film programı ve konuşmalar da düzenlenecek.
#istanbulbienali
#iyibirkomsu
15. İstanbul Bienali’ndeki kimi işler, kentlerin inşaatlaşma sonucu hızla değişmekte olan çehresinin kaydını tutuyor.
İstanbul Modern’de sergilenen objeler aslında, Leguy’in tanıştığı göçmenlerden takas sonucu edindiği eşyalar. Resmi tarih anlatısının bir eleştirisi olarak da okunabilecek bu kolektif işi Leguy’den dinledik.